Quantcast
Channel: Peygamberimin İzinden 🕋🕌
Viewing all 1276 articles
Browse latest View live

KUREYŞ SURESİ TEFSİRİ KEBİR, Namaz Sureleri tefsiri

$
0
0

KUREYŞ SURESİ


Bu sûre, dört ayet olup, Mekkî'dir.[1]

"Kureyş'i o emn-ü selametlerine ulaştırdığı için..." (Kureyş,1).[2]

Kureyşe Güven Verme Nimeti


Bil ki burada şöyle birkaç mesele var:[3]

Kureyşe Güven Verme Nimeti


Ayetin başındaki "lâm" hakkında, şu üç izah yapılabilir:
1) Bu lâm, ya kendinden önceki sûreye taalluk eden (bağlama),
2) Yahut kendinden sonra gelen ayete taalluk eder,
3) Yahut da ne öncesi ile, ne de sonrası ile alakası vardır. Birincisine göre şu ihtimaller var.[4]

Baştaki Lâm in Muhtemel Manaları


Birinci İhtlmai: Zeccâc ve Ebû Ubeyde ye göre, ayetin takdiri, "Allah onları, Kureyş'in emn-ü selâmeti için, yenilmiş bir ekin gibi yaptı" yani "Allah, fil ordusunu, Kureyş ve alışık oldukları yaz-kış (ticari) seferleri devam etsin diye, helak etti"şeklindedir. Buna göre eğer, "Bu takdir tutarsızdır. Çünkü Allah o orduyu, küfürlerinden dolayı, yenilmiş bir ekin gibi kırıp-geçirmiştir, yoksa Kureyş'in emn-ü emaneti için böyle yapmış değildir" denilirse, biz deriz ki bu soru, şu sebeblerden ötürü tutarsızdır:
1) Biz, Allah Teâlâ'nın bu belayı, onların başına inkarlarından ötürü getirdiğini kabul etmiyoruz. Çünkü inkarlarının cezası, kıyamet gününe ertelenmiştir. Zira Hak Teâlâ, "O günce, her nefis, kazandığının cezasını görecektir" (Mü'min, 17) ve "Eğer Allah, insanlara, dünyada iken yaptıkları şeylerin (hepsi) ile muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nam, 61) buyurmuştur. Bir de Allah Teâlâ, onlara bunu inkarlarından ötürü yapmış olsaydı, bütün kafirlere böyle yapardı. Halbuki Allah Teâlâ bunu onlara, Kureyş'in emniyet ve selameti için makamlarının büyüdüğü ve kıymetini ortaya koymak için yapmıştır.
2)  Farzedelim ki kafirleri, küfürlerinden caydırmak esastır. Fakat bu, bir başka gaye ve maksadın da gözetilmiş olmasına mani değildir. Dolayısıyla bu bela, her iki husus da nazar-ı dikkate alınmasına göre meydana gelmiş olabilir.
3) Farzedelim ki fil ordusu, sadece küfürleri yüzünden helak edildiler. Fakat bu iş, Kureyş'in emniyet ve selameti neticesine götürünce, onların, bu emniyet ve selamet için helak edildikleri de söylenebilir. Bu tıpkı, ... "(Firavun'un adamları onu) "Kendileriiçin bir düşman ve bir tasa olsun diye (aldılar)" (Kasas.eı ayeti gibidir. Çünkü onlar, Hz. Musa (a.s)'yı, bu gaye ile almamışlardı. Fakat iş, neticede bu hale gelince, sanki bunun için almış gibi oldular.
İkinci İhtimal: Ayetteki takdir, "Kureyş'in ülfeti yani emniyet ve selameti için, baksana Rabbin fil ashabına nasıl yaptı"şeklinde de olabilir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Onlara yaptığımız herşeyi, Kureyş'in emniyet ve selameti için yaptık" demiş gibi olur. Çünkü Hak Teâlâ onların tuzaklarını boşa çıkarmış, üzerlerine bölük-bölük kuşlar salmış. Böylece de onlar, tıpkı yenilmiş bir ekin yaprağı gibi olmuşlar. Bütün bunlar, Kureyş'in emniyet ve selameti için olmuştur.
Üçüncü İhtimal: Ayetin başındaki lâm'ın  manasına gelmesi, Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Biz önceki sûrede yaptığımızı belirttiğimiz şeyleri, Kureyş'e başka bir nimette bulununcaya kadar yaptık ki o başka nimet de, Kureyş'in yaz ve kış düzenlenen (ticari) seferlere alışıp, ünsiyet etmeleridir" demek istemiştir. Nitekim sen, aynı manada olmak üzere, "Allah'ın nimeti nimettir" diyebileceğin gibi, "Nimet, nimet içindir" de diyebilirsin. Bu, Ferrâ'nm görüşüdür. Bütün bunlar, sûrenin başındaki "lâm" harf-i cerrinin önceki sûredeki bir kelimeye taalluk etmesi halinde söz konusu olan üç ihtimaldir. Geriye bir görüş mensublarına ait, şu iki şeyi açıklamamız kalmıştır:[5]

Fîl ve Kureyş Sûrelerini Bir Sayanlar


1) Bu lâm, önceki sûreye taalluk etmesi durumunda alimler, şu iki görüşe yer vermişlerdir:
a) Bu iki sûreyi, tek bir sûre saymışlardır. Delilleri ise şunlardır:
Birincisi: Normalde iki sûreden her biri müstakil olur. Bu sûrenin başı, kendinden önceki sûreye taalluk ettiğine göre, müstakil bir sûre olmaması gerekir.
İkincisi: Ubey b. Ka'b (r.a), bu iki sûreyi, mushafında tek bir sûre olarak yazmıştır.
Üçüncüsü: Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a), akşam namazının ilk rekatında "Tîn Sûresi"ni, ikinci rekatında ise, bu İki sûreyi aralarını besmele ile ayırmaksızın okumuştur.[6]

Ayrı İki Sûre Sayanlar


b) Meşhur ve yaygın görüşe göre, bu sûre, Fîl Sûresl'nden ayrı ve bağımsız bir sûredir. Sûrenin evvelinin, önceki sûreye taalluk etmesine gelince, bu, bu fikri savunanların görüşüne bir delil değildir. Çünkü Kur'ân'ın zaten hepsi, biribirini açıklayan ve doğrulayan, tek bir sûre ve ayet gibidir. Baksana va'îd (tehdid) ifade eden ayetler, mutlak olarak getirilmiştir. Bu fikri savunanlara göre bu ayetler, tevbe ve af ayetleriyle de alakalıdırlar. Mesela, "Onu Biz indirdik" (Kadr, 1) ifadesi, o ana kadar indirilen Kur'ân'ın tümü ile alakalı bir ayettir. Bu fikri benimseyenlerin, "Ubeyy (r.a), bu ikisini ayırmamıştır, bir sûre saymıştır"şeklindeki görüşleri, herkesin bunların ayrı birer sûre oluşunda mutabakat edişiyle çelişen bir ifadedir. Hz. Ömer (r.a)'in, namazın ikinci rekatında bu ikisini birlikte okuyuşu, bunların tek bir sûre oluşuna delalet etmez. Zira imam bazan, iki sûreyi ardarda okuyabilir.
2) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ashab-ı fîl'e yaptığı şeyi niçin, Kureyş'in alışıp-ünsiyet etmesine, emniyet ve selamette olmasına bir sebeb kılışının izahı hakkındadır. Bu hususta diyoruz ki: Mekke'nin Hak Teâlâ'nın da, "Ekinsiz-bitkisiz bir vadide... "(Allahım) insanların kalbini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandir" (ibrahim, 37) buyurduğu üzere, Mekke'nin ekim-dikimden ve hayvancılıktan uzak bir yer olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh Mekke halkının ileri gelenleri bile, ticaret maksadıyla, işte bu iki seferde bulunuyor, kendileri ve belde halkı için, ihtiyaç duydukları yiyecek-içecekleri sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar, yaptıkları o seferlerde kazanç temin ediyorlardı. Bir de etraftaki krallar, Mekkelilere saygı duyuyor ve "Bunlar, Allah'ın evinin komşuları, Harem'inin sakinleri ve Kâ'be;nin idarecileri" diyorlardı. Öyle ki Mekkelilelir, "ehlullah", (Allah'ın ailesi-halkı) diye isimlendiriyorlardı. Şimdi eğer habeşlilerin yöneldikleri Kâ'be'yi yıkma işi gerçekleşmiş olsaydı, kureyşlilerin bu izzetleri zail olur, kendilerine duyulan ta'zîm diye birşey kalmaz ve Mekkeliler de, tıpkı diğer beldelerin sakinleri gibi, her taraftan toplanır, malları ve canlan hususunda, kendilerine sataşılır hale gelirlerdi. Binâenaleyh Hak Teâlâ, Fîl ordusunu yok edip, tuzaklarını başlarına çevirince, Mekkelilerin kalblerindeki makamları büyüdü, etraftaki meliklerin onlara olan saygı ve hürmeti yenilmemiş oldu. Böylece de menfaatları ve ticaretleri o nisbette arttı ve ilerledi. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "Kureyş'in yaz ve kış seferlerine alışması, emniyet ve selameti için Rabbin fil ordusuna nasıl yaptı baksana..." buyurmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delalet eden ikinci şey de, Hak Teâlâ'nın, sûrenin sonunda, sûrenin başına bir işaret olmak üzere, "Bu beytin Rabbine ibadet eten/er" buyurmasıdır. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Fil ashabının yıkmayı hedeflediği bu beytin Rabbine ibadet etsin" demek istemiştir. Çünkü bu beytin Rabbi, sizin emniyet ve selametiniz ve faydalanmanız için, o fil ashabını maksadlarına eriştirmedi. Çünkü ibadet emri, ancak, bir menfaatin söz konusu olması durumunda güzel olur. Binâenaleyh bu ayet, sûrenin başının, önceki sûreyle ilgili olduğuna delalet eder.
İkinci görüş, yani bu "lâm" harf-i cerrinin, kendinden sonra gelen "ibadet etsinler" fiiline taalluk etmesi görüşü, Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "kureyş, emniyet ve selametleri için, bu beytin Rabbine ibadet etsinler"şeklinde olur. Bu da, "Onlar ibadetlerini, bu nimete bir şükür ve nimetin bir itirafı saysınlar" demektir. Buna göre, "Öyle ise 'nun başına niçin "fâ" gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, sözde bir şart manasının yatmasından ötürü gelmiştir. Çünkü Allah'ın onlar üzerinde sayısız nimetleri vardır ve buna göre adeta,"Eğer onlar, Allah'a, diğer verdiği nimetlerden ötürü ibâdet etmiyorlarsa, bari şu apaçık nimet olan bir tek nimetten ötürü ibadet etsinler" denilmek istenmiştir.
Üçüncü görüş, sûrenin başındaki "lâm"ın, ne kendinden önceki, ne de sonraki bir ifadeye taalluk etmesidir. Zeccâc şöyle der: "Bazı kimseler, bu "tâm"ın "lâmu't-taaccüb" olduğunu ve mananın, "Kureyş'in emniyet ve selametine şaşın"şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Kureyş, azgınlığını, cehaletini ve putperestliğini hergün biraız daha ileri götürüyordu. Allah Teâlâ ise, onların işlerini yoluna koyuyor, rastgetiriyor, afet ve belaları onlardan savuşturuyor; geçim sebeblerini, nizama-intizama sokuyordu. Binâenaleyh Allah'ın bunca sabrı ve keremi son derece şaşılacak bir şeydi. Arapça'da bunun bir benzeri de, "Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımıza; Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımız ikrama bir bak da hayret et!"şeklindeki sözüdür. Bu, Kisâî, Ahfeş ve Ferrâ'nın da tercih ettiği görüştür.[7]

İlaf


Alimler, "îlâf'ın ne demek olduğu hususunda şu üç izahı  yapmışlardır:
1)"îlâf",  "lif" demektir.alimleri, aynı manadaArapça'da, denildiğini söylemişlerdir. Buna göre kelime, "sevdi, peşinden ayrılmadı, ünsiyet etti" manasındadır ve ayet, "Kureyş'in bu iki sefere ünsiyet edip de, hep sürdürmesi ve kesintiye uğramaması için..." demek olur. Ebü Ca'fer, bunu  şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, şeklinde okumuşlardır. İkrime de şeklinde okumuştur.
2) Bu kelime, "şu yere alıştım, ayrılmadım, Allah da beni oradan ayırmadı" manasındadır. Nitekim aynı manada dersin. Buna göre mana bu durumda şöyle olur: "Kendisine ünsiyet etme sırrının bulunduğu bir planlamanın varlığı için" manasında olur. Nitekim Arapça'da, "Kendisi alıştı" ve "Başkası onu alıştırdı" denilir. Buna göre mana, "Bu alışma, emniyet-selamet, Kureyş için, ancak Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana gelmiştir"şeklinde olur. Kelime bu manasıyla tıpkı, "Fakat Allah orlann araşma ülfet (sevgi) verdi" (Entâi, 63) ve "Allah kalblerinizin araşma ülfet verdi de, O'nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz" (Al-i imran, 103) ayetlerindeki gibi olur. Bazan sevinç, ünsiyetin ülfetin ve ittifakın bir sebebi olur. Bu tıpkı fil ordusunun, hezimete uğramasının, Kureyş'in ünsiyetine ve ittifakına sebeb olması gibi... Buna göre bu "îlâf" masdarı, mef'ûlüne muzaf olmuş ve mana da, "Allah Teâlâ'nın Kureyş'i o iki seferin müdavimleri kılması için..."şeklinde olmuş olur.
3)îlâf, hazırlanmak, teçhizattan m ak demektir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-A'râbî'nin görüşüdür. Buna göre, "Kureyş'in bu iki sefere hazırlanması ve böylece seferlerin, kesintisiz, ardarda yapılması için..."şeklinde olur. Ebû Cafer, bunu hemzesiz olarak, şeklinde de okumuştur. Böylece o, if'âl babının hemzesini bunda, büsbütün hazfetmiştir. Bu tıpkı onun, ta'kib ettiği kıraat gibidir.Bunun izahı daha önce geçmişti.[8]                                                                                            

İlaf Kelimesinin Tekrarı


"îlâf" masdarının tekrarının sebebi şudur: Allah Teâlâ, '"îlâf"ı, birincisinde mutlak olarak zikretmiş; sonra da                                  mukayyed olarak zikrettiğini, bu "îlâf"m yüceliğini ve önemini belirtip, ondaki nimet ve lutfun büyüklüğünü hatırlatmak için, mutlak olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olan, ilkinin, "Kureyş arasındaki tüm ünsiyet, emniyet, selamet ve ittifakın" hepsini içine alan genel bir ifade olmasıdır. Böylece bunun içine, onların duruşları, hareket edişleri ve bütün halleri girmiş olur. Daha sonra Hak Teâlâ, onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için, özellikle bu iki sefere ülfet edip, bunlarda emniyet ve selamette oluşu zikretmiştir. Bu yönüyle ayet tıpkı, önce genel olarak, "Kim Allah'a ve meleklerine düşman olursa..." buyurmu, daha sonra ifadeyi tahsis ederek, "ve Cibril'e ve Mîkâil'e düşman olursa..." {Bakara, 98) buyurması gibidir. Bu iki masdar arasına atıf harfinin getirilmemesinin hikmeti ise, bunun nimetlerin tümü olduğuna dikkat çekmektir. Araplar, "Onun peşini bırakmadım" manasında, lîs' dili ifadesini kullanırlar. Peşini bırakmama (ilzam), mükellef tutma ve emretme ile yapılan ve sevgi-ünsiyet ile yapılan diye ikiye ayrılır. Çünkü kişi birşeyi sevdiğinde, onun peşini bırakmaz. HakTeâlâ'nın "(Allah) onlara, takva kelimesini ilzam etti (sevdirdi)" (Feth,26) ayeti de bu manadadır. "İlcâ" (mecburiyet) de, biri, mesela yırtıcılardan kaçma gibi, zararı defetmek için; diğeri de, mesela, büyük bir mal bulup, onu almasına ne aklen, ne şer'an, ne de hissen (maddeten) bir mani olmayan kimse gibi, büyük bir faydayı celbetmek için, iki çeşittir. Çünkü bu durumda olan, onu almaya mecbur gibidir. İlcânın dışındaki sebebler de, bazan zararı def, bazan da menfaati celb için olur. İşte "îlâf" ile kastedilen husus işte budur.[9]

Dördüncü Mesele


Alimler, Kureyş'in, Ndr b. Kinâne'nin soyundan geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber
"Biz, Nadr b. Kinâne oğullarıyız, annemizi itham etmeyiz, babamızla ilgimizin olmadığım söylemeyiz"[10]buyurmuştur.[11]

Kureyş Kelimesi


Alimler "Kureyş"e bu adın verilmesi hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Bu kelime, "Kirş" kelimesinin, ism-i tasğiridir.
Kirş ise, denizde gemilerle oynayan, ancak ateşle hareket eden, büyük bir canlıdır. (Köpek balığı'dır). Muaviye'nin, İbn Abbas (r.a)'ın niçin, "Kureyş" adının verildiğini sorduğu; İbn Abbas'ın da, "Denizde yiyen fakat yenilmeyen; hükümran olan, fakat hükümran olunamayan bir hayvanın adı olduğu için..." cevabını vermiş ve şu şiiri delil getirmiştir:
"Kureyş, onun yüzünden Kureyş'in Kureyş diye adlandınîdığı, denizde yaşay, bir hayvandır."
Kureyş'in ism-i tasgir oluşu ise, ta'zîm (büyüklüğünü anlatmak) içindir. Kureyş'ümmetin işini üstlendiği için, bu sıfatlarla nitelendiği malumdur. Çünkü halifeli Kureyş'den olur.
2) Bu kelime, "kazanmak" manasına gelen, "karşıdandır. Çünkü Kureyş şehirlere düzenledikleri ticari seferlerle, kazanç sağlıyorlardı.
3) Leys şöyle der: "Kureyş, Harem'in dışındaki bölgelerde dağınık olar yaşıyorlardı. Derken Kusayy b. Kilâb, onları Harem-i Şerifte topladı. Böylece onlı Harem-i Şerifi yurd edindiler ve Kureyş adını aldılar. Çünkü "tekarruş", bir ara gelip-toplanma demektir. Nitekim Arapça'da, bir araya gelip toplandılar, manasın denilir. İşte bu yüzden, Kusayy'a da, "mücemmî" (toplayan) denil Nitekim şair,
"Babanız Kusayy, sayesinde Allah Teâlâ'nm Fikr kabilelerini bir araya topladığı, mücemmî (toplayıcı) diye adlandırılmıştır" demiştir.
4) Kureyş, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gideren bir toplumda, bu yüzden, onlara Kureyş denilmiştir. Çünkü bunu kökü olan, "karş", yoklama-araştırma manasınadır. Nitekim îbn Hurve şöyle der:
"Ey, başımıza gelenlere sevinen ve Ebû Amfin yanında, ayıplarımızı sayıp döken kişi. Daha bu ne kadar sürecek?.. (Bunu terketsene..)"[12]

Yaz ve Kış Kervanları


"Kış ve yaz seferine" (Kureyş, 2).
Bu ayetle ilgili, şöyle birkaç mesele var:[13]

Birinci Mesele


Leys, şöyle demektedir: "Rıhle", bir kavmin hareket "' etmesine verilen addır. Buradaki "rıhle" ile ne murad
edildiği hususunda ise, şu iki görüş ileri sürülmüştür:[14]

Haşem'in Bu Ticarette Öncülüğü


a) Meşhur görüşe göre, müfessirler şöyle demektedirler: "Kureyş, her yıl, daha sıcak olduğu için kışın Yemen'e, yazın da Şam'a birer sefer düzenliyorlardı." Atâ,İbn Abbas (r.a)'ın, şöyle dediğini nakleder: "Bu hadise şöyle başlamıştı: Kureyş'den birine bir kıtlık ve açlık isabet ettiğinde, o ve ailesi bir yere çıkıyor, ölünceye değin, bir çadırın içinde bekliyordu. Bu İş, Hâşim b. Abdimenâf ortaya çıkıncaya kadar böyle sürüp gitmiştir. Haşim ibn Abdimenâf, kavminin seyyidi idi. Ve onun, Esed adında bir oğlu vardı. Kendisinin Mahzûm kabilesinden, çok sevdiği ve beraber oynadığı bir yaşıtı bulunuyordu. Böylece bu çocuk, Esed'e, mağduriyetlerini, aç olduklarını bildirdi. Bunun üzerine Esed, ağlayarak, annesinin yanına girdi. Derken, annesi de, onlara, un ve yağ gönderdi. Böylece onlar, birkaç gün, geçinip gittiler. Derken, Esed'in yaşıtı, yine kendisine geldi; açlıktan şikayet etti. Bunun üzerine Haşim, Kureyş'e şöyle hitap ederek: "Sizler, ot bitmeyen bir yere varıp yerleştiniz; böylece burada, zillet içinde yaşıyorsunuz. Halbuki bizler, Allah'ın Haremi'nin ehli, Adem oğullarının en şereflilerisiniz. Diğer insanlar da size tabidir..." dedi. Bunun üzerine oradakiler, "Biz de sana tabiyiz. Bizden, sana karşı herhangi bir muhalefet söz konusu değil" dediler, böylece, Haşim ibn Abdimenâf, herkesi, kışın Yemen'e, yazın da Şam'a, ticaret yapmak amacıyla seferler düzenleme hususunda bir araya getirdi. Derken, zengin kimselerin kazançlarını, onu kazanan o zengin ile fakir arasında paylaştırıyordu. Böylece onların fakirleri de, zenginleri gibi oluyordu. İşte onlar bu hal üzere iken, İslâm geldi. Arablar içinde, Kureyş'ten daha aziz ve daha zengin kimse de yok idi. Nitekim şair onlar hakkında şöyle demektedir:
"Fakirleri, zenginieriyle içiçedir. Öyle ki, fakirleri de, kendisine yeter hale gelenler gibi olurlar..."
Bil ki, buradaki nimet ve lütfün sebebi şudur: Şayet fil ashabının istediği olmuş olsaydı, o zaman, yeryüzünde yaşayan insanların tazimi, Kureyş'e olan saygıyı terkederdi. Kureyş de böylece paramparça olur ve durumları, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlan parça parça ümmetler haline getirdik" (A'râf, 168) beyanında bildirdiği yahudilerin durumu gibi olmuş olurdu. Halbuki, tek bir kabilenin bir yere toplanması, çeşitli kabilelerin bir yere gelmesinden daha fazla nimet sağlar. Cenâb-ı Hak, ünsiyet ve ülfetin, yolculuğun şartlarından olduğuna dikkat çekmiştir ki, "... hacda tartışma yoktur ..."(Bakara, 197) ayeti böyledir. Yolculukda, güzel ahlaka duyulan ihtiyaç, mukîm iken duyulandan daha fazladır.[15]

Mekke'yi Ziyaret Seferleri


b) Buradaki, "göç" ile, insanların Mekke'ye gelmeleri kastedilmiştir. O halde, "yaz ve kış seferleri" ile, Receb ayında yapılan Umre ile, Zilhicce ayında yapılan hac kastedilmiştir. Çünkü, bunlardan birisi kışın, diğeri ise yazın oluyordu. Mekke'nin faydalanılan mevsimi ise, bu ikisi ile tahakkuk ediyordu. Şimdi eğer, fil ashabının istediği gerçekleşmiş olsaydı, işte bu menfaat, atalete uğrardı.[16]

İkinci Mesele


Ayetteki, kelimesini, fâfy, kelimesi, mef'ûl-i bih olarak nasbetmiştir. Cenâb-ı Hak, ifâdesi ile, manasını kastetmiştir. Bir iltibas olmadığı için de, kelimeyi tesniye değil de', tekil getirmiştir. Ve bu tıpkı şairin, "Karnınızın bir kısmını yiyiniz..." deyip de, (karınlarınız...) dememesi gibidir ifadenin, takdirinde olduğunda ileri sürülmüştür. Bu kelime, râ'nın dammesi ile şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda mana, cihet, taraf anlamında olur.[17]

Kâ'be'nin Rabbine Kulluk


"Şu beyt'in Rabbine ibadet etsinler onlar..."(Kureyş, 3).
Bil ki, nimet vermek, şu iki şekilde olur:
1) Zararı bertaraf etme.
2) Menfaat sağlama. Birincisi, daha önemli ve daha öncedir. İşte bundan dolayı ulema, "Canlılardan zararı defetmek vacibtir; ama, menfaat temin etmeye gelince, bu vacib değildir" demiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, zararı savuşturma nimetini, Fîl Sûresi'nde; fayda temin etme nimetini ise bu sûrede açıklamıştır. Nimet vermeye ve nimet verene, şükür ve kullukla mukabele etmek gerektiği, zihinlere yerleşince de, pek yerinde olarak, Cenâbı Hak, verdiği nimetlerin peşinden, kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek buyurmuştur Burada
getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek, buyurmuştur. Burada şöyle birkaç mesele vardır:[18]

Birinci Mesele


Biz, ibadetin, mabuda karşı alabildiğine tezellülde, huzû ve huşûda bulunmak olduğunu, daha önce beyan etmiştik.
Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, buradaki  "Sima; onlar, bu Beyt'in Rabbini Bir bilsinler (tevhîd) manasını kastetmiştir. Zira, Beyt'i koruyup muhafaza eden, putlar olmayıp, O'dur. Bir de, tevhîd, ibadetlerin anahtarıdır." Bazı kimseler de, bu ayetteki ibadet ile, uzuvlarla ilgili ibadetlerin kastedildiğini söylemişler, sonra da, ibadet çeşitlerini sıralamışlardır. Ama, evla olanı, ayetin bu ifadesini, tüm ibadet çeşitleri manasına almaktır. Çünkü lafız, delilin istisna ettiği şeyler hariç, bütün ibadet çeşitlerini içine almaktadır.
Bu ifadeyle ilgili olarak, bir başka izah da şudur: Buradaki  fiilinin manası, "Onlar, yaş ve kış seferlerini terksdip de, bu Beyt'in Rabbine ibadet etmekle meşgul olsunlar. Çünkü onları, açlıktan doyuran, korkudan emin kılan, O'dur"şeklindedir. Burada, özellikle "Rab" kelimesinin zikredilmesi, Kureyş'in Ebrehe'ye, "Bu Beyt'in, onu koruyup muhafaza edecek, Rabbi vardır.."şeklindeki sözlerini tasdik ve takrirdir. Çünkü onlar bu hususta, putlara güvenmemişlerdir. Binâenaleyh, onların bu ikrarları gereği, Allah'dan başkasına ibadet etmemeleri gerekmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Beyt'in muhafazası hususunda Bana dayanıp bana güvendiğinize göre, ibadet ve hizmetlerinizi de, sadece benim için yapın..." demek istemiştir.[19]

İkinci Mesele


Bu ayette, ism-i işaretle, Beyt'e işaret edilmesi, bir tazimi ifade eder. Çünkü Cenâb-i Hak bazan, kulunu kendisine nisbet ederek, "Ey kullarım..." der, bazan da, Kendisini kuluna nisbet ederek, "ilahınız..." buyurur. "Beyt" hususunda da böyle yapmıştır. Bazan, Kendisini Beyt'e nisbet etmiştir ki bu, buradaki ayetinde böyledir, bazan da, Beyt'î kendisine nisbet etmiş ve mesela, "Beytimi temizleyiniz" (Bakara, 125) buyurmuştur.[20]

Doyuran ve Eman Veren Rab


"(O Rab ki), onları açlıktan doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir O"(Kureyş, 4).
Bu "doyurma"nın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Allah Teâlâ, Harem-I Şerif yüzüsuyu hürmetine, onları, emin kılıp, böylece bu iki yolculuklarında, kendilerine sataşılmaz bir toplum haline getirince, işte onlar, aç iken, bu hal, onların doyurulmaları sebebi olmuştur.
2) Mukâtll şöyle demektedir: "Rızık temini için, yaz ve kış, Yemen'e ve Şam'a gitmek onlara zor gelmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, Habeşlilerin kalblerine, yiyecekleri, gemilerle Mekke'ye taşıma hususunda bir korku salmıştır. Çünkü Habeşliler, yiyecekleri bu şekilde taşıyorlardı; Mekkeliler de deve ve eşekleriyle, onları karşılıyorlar; onların getirdiği yiyecekleri, iki gecelik bir mesafede bir konaklama yeri olan Cidde'den alıyorlardı. Ve bu iş, sürüp gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sefer sayesinde, onların rızkını tam olarak karşılamıştı.."
3) Kelbî şöyle demektedir: "Bu ayetin manası şudur: Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlayınca, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara bedduada bulunarak, "Allahım, bu yılları onların üzerine, Yusuf (a.s)'un yılları gibi, kıtlık yılları kıl... "[21]dedi de, onların üzerine de kıtlık çöktü ve burunları yere sürtüldü. B unun üzerine onlar, "Ey Muhammed, Allah'a davet et; zira, artık biz mü'miniz..." dediler de, Allah'ın Resulü de dua etti... Böylece bu kıtlıktan sonra, Allah Teâlâ, beldelere ve Mekkelilere bolluk ve bereket verdi. İşte, ifadesiyle kastedilen budur. Ayrıca, ayetle ilgili birkaç soru vardır:[22]

İbadetin Doyurma İle İlgisi


Birinci Soru:İbadet, temel nimetlerin verilmesi sebebiyle, insanlar farz olan bir husustur. Halbuki, doyurma ve yedirme ise, temel nimetlerden değildir. Öyle ise, ibadetin vacib olmasını, daha niçin doyurma ve yedirmeye bağlamıştır? Buna şu birkaç bakımdan cevap verilir:
1) Allah Teâlâ, o fil ordusunu engellemek, onların üzerine o kuş sürülerini salıverip de onları helak etmek suretiyle, Kureyşlilere olan ihsanını hatırlatıp, bu işi, Kureyş'in alışıp ünsiyyet duyması İçin yaptığını beyan edip, sonra da onlara ibadet etmelerini emredince, birisi adeta, "Biz, taam kesbine ve kendimizi tehlikelerden korumaya, muhtacız... Şimdi biz, ibadetle meşgul olursak, kim bizi doyuracak?" diye sormuş da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Onlar O'na ibadet etmezden önce, onları açlıktan doyuran zat, onlar O'na ibadet ederken, onları doyurmaz mı?" demiştir.
2) Allah Teâlâ, kullarına, temel nimetleri verip de, kulları da O'na asi olup, buna rağmen yine Allah onları yedirip içirince, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu temel nimetlerden utanmadığına göre, bari, senin bunca isyanından sonra, benim yine de sana ihsanda bulunmamdan haya edip utanmaz mısın?" demek istemiştir.
3) Allah, nimet vermekten bahsetmiştir. Zira, dört ayaklı hayvanlar bile, kendisine alaf verene boyun eğip itaatta bulunur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen hayvandan da aşağı değilsin!.." demek istemiştir.[23]

Kerîm Olan Allah'ın Minnet Etmesi?


ikinci Soru: Cenâb-ı Hak, "Yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratan O'dur" (Bakara, 29) buyurmak suretiyle, dünyayı bizim mülkümüz yapmamış mıdır? Şu halde bizim mülkümüzü bize vermek sebebiyle, O'nun bize minnet etmesi, bunu başımıza kakması ne derece doğru olur?
Cevap: Yemeğin tam ve iyi hazırlanabilmesi için, yemezden önce mutlaka olması gerekli olan merhaleler ile, yenilen şeyden tam olarak istifade edilebilmesi için, o taam yenildikten sonra mutlaka olması gerekli olan nesneler hakkında varın bir düşünün. İşte o zaman sen, bu taamın, tam ve mükemmel olabilmesi için mutlaka felekler, yıldızlar ve dört unsur gibi hususların; yenilen o yiyeceklerden tam ve mükemmel bir manada istifadenin sağlanabilmesi için, farklı şekil ve suretlerde bir takım uzuvlar cümlesinin mutlaka bulunması gerektiğini mutlaka anlayacaksın. İşte bu durumda sen, bu, doyurma işinin, taat ve ibadette bulunmayı emretmeye uygun olduğunu anlayacaksın..
Üçüncü soru: Yedirip doyurma yüzünden başa kakmak, ufacık bir keremi bulunan kimselere dahi uygun düşmeyen bir hareket tarzı iken, bu nasıl, ekremu'l-ekremîn olan Allah'a uygun düşer?
Cevap: Bunun maksadı, başa kakmak değildir. Tam aksine, en uygun olana iletmek, onu göstermektir. Çünkü, yiyip içmenin maksadı, taata mani olan şehveti güçlendirmek değil, tam aksine, bünyeleri, taat olan şeyleri eda etme hususunda güçlendirmektir. İşte, ibadet emrinin maksadı adeta budur.[24]

Yaşayacak Kadar Yemek


Dördüncü Soru: Ayetteki, (yeniden) demenin hikmeti nedir? Cevap: Bunun şu faydaları vardır:
a) Aç olma işinin, çok güç bir iş olduğuna dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar ümitsizliğe düştükten sonra, onlara yağmuru yağdıran O'dur"(Şûrâ,28) ayeti ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Evinde, emniyet içinde kim sabahlarsa..."[25] hadisi de, işte bu manadadır.
b) Kureyşlilere, şu mevcut nimetin kıymetini anlayabilmeleri için, daha önceki elem verici ve hiç de hoş olmayan o açlık hallerini hatırlatmaktır.
c)  Yiyeceklerin en hayırlısının, açlığı gideren şey olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak,  dememiştir. Çünkü taam, "ifâm" açlığı giderecek kadar yedirip içirmedir. İşba'£p.î ise, yağlanmaya sebebiyet verir..,
Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine korkudan eminlik verendir ..." buyruğuna gelince, bunun tefsiri hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1) Kureyş, emniyet içinde, yolculuklarını yapıyordu. Onlara hiç kimse sataşmıyor, ne yolculuklarında, ne mukîm iken yağmalamada bulunmuyordu. Halbuki onların dışında kalanlar ise, hem hazer hem de seferde iken, yağmalanma konusunda kendilerini emin görüyorlardı. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Görmediler mi ki, biz o beldeyi, emin ve dokunulmaz bir yer kıldık..." (Ankebût, 67) ayetinin ifade ettiği husustur.
2) Allah onları, o fil ordusunun işkencesinden emin kıldı.
3) Dahhâk ve RebP, bu ifadeye, "Allah onları cüzzam korkusundan emin kıldı da, böylece beldelerine cüzzam isabet etmedi" manasını vermişlerdir.
4) Allah onları, emirliğin ve hilafetin, başkalarında olması endişesinden emin kıldı.
5)  Allah onları, İslâm ile emin ve güvence içinde kıldı. Çünkü onlar, küfür döneminde hem de tefekkür ediyor ve üzerinde bulundukları bu dinin bir değer taşımadığını biliyorlardı. Ancak ne var ki, insanın kendisine sımsıkı sarılması gerekli olan bu dini tanıyıp bilemiyorlardı.
6) Allah onları, vahyin manevi yiyeceği ile, cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin açıklanması ile de, sapıklık korkusundan onları emin kılmıştır.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "Ey Mekkeliler, sizler, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce, Allah'ın cahilleri ve ahmakları adını alıyordunuz. Sizinle münakaşa edenler ise, ehl-i kitab diye adlandırılıyorlardı. Derken, peygamberinize vahiy geldi; ben size, kitabı ve hikmeti öğrettim. İşte şu anda sizler, ehl-i ilim ve Kur'ân diye adlandırılırken, onlar, yahudi ve hristiyan cahiller diye adlandırılmaya başlandı. Sonra, bedenin gıdası olan yiyecek yedirmek, şükretmeyi gerektirirken, ruhun gıdasıs olan şeyleri sunma, ihsan etme, şükrü gerektirmez mi?! Ayetle ilgili birkaç soru vardır.[26]

 

Yerine  Harf-i Cerri


Birinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, demedi? Biz deriz ki: Çünkü, 'ın manası, "o, açlığı onlardan uzak kıldı"şeklinde olup, bu da, bu uzaklaştırma işinden önce bu kimsenin, bir müddet aç kaldığını, daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın o kimsenin açlığını giderdiğini ifade eder. Halbuki, böyle değildir; Çünkü '\n manası, "onlar acıktıklarında doyuruluyorlar, korktuklarında da emin kılınıyorlar..."şeklindedir.
İkinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak, belirsiz olarak buyurmuştur?
Cevap: Bu kelimelerin nekire getirilişi ile, tazim manalarının kastedilmesi mümkündür. Açlığa gelince, daha önce de anlattığımız gibi, onların başına, leşleri ve yanmış kemikleri yeme durumuna gelecek denli şeddetli olan bir kıtlık gelmişti. Korkuya gelince, bu da, fil ashabından, duyulan o, şiddetli korkudur. Buradaki nekire ile, önemsizlik, tahkir manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak son derece kerîm olduğu için, onları o azıcık açlık ve o azıcık korku içinde bırakması caiz olmadığına göre, onların O'na ibadet etmeleri halinde, Allah'ın keremi gereği, onların işlerini ihmal etmesi, nasıl düşünülebilir Bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, onları bir açlıktan doyurup, diğerinden doyurmaması, bir korkudan emin kılıp diğerinden emin kılmaması manası da kastedilmiş olabilir. Çünkü bu durumda, ikinci açlık ile ikinci korku, onların daha evvel içine düşmüş oldukları açlık ve korku çeşitlerini hatırlatıcı olur da, böylece onlar, bir bakımdan şükredici, bir bakımdan da sabredici olmuş olurlar, böylece de, bu iki hasletin mükafaatına da müstehak olmuş olurlar.
Üçüncü Soru: Allah Teâlâ onları, Hz. İbrahim (a.s)'in duasına icabet ettiği için yedirip emin kılmıştır. Yedirmesini, İbrahim (a.s)'in, "Onun halkını rızıklandır" (Bakara, 126), emin kılmasını da, "Ya Rabbİ, bu beldeyi emin kıl..." (ibrahim, 35) ifadelerinden anlamaktayız. Durum böyle olunca da, bu Hz. İbrahim (a.s)'e yapılmış olan bir minnet ve başakakma olmuş olur. O halde, Cenâb-ı Hak daha nasıl, o hususu, mevcut olan o kimeslere bir minnet sebebi kılmıştır?
Cevap: Allah Teâlâ, "Muhakkak ki Ben, seni, insanlar için imam kılacağım..." buyurunca Hz. İbrahim (a.s) bu edeb ve terbiyeyi bildirince, Hz. İbrahim (a.s) "Ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl ve halkını da çeşitli ürünlerden nzıklandır..." dediğinde, bu sözünü, ehlinden bedel, onların yerine, "iman edenleri nzıklandır" (Bakara, 126) ifadesiyle kayıtladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Böyle kayıtlamana hacet yok, zira, Ben, küfredenleri de ömürleri süresince dünya nimetlerinden faydalandırırım" buyurdu.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istedi; "Emniyyette kılma nimetine gelince, bu bir dini husus olup, ancak muttaki olanlar için gerçekleşir. Ama, dünya nimetlerine gelince bu, iyiye de facire de, salihe de, fasık kimseye de ulaşır. Eğer böyle ise, kafiri, açlığından dolayı yedirmek; korktuğundan emin kılmak, Hz. İbrahim (a.s)'in duası ile değil, doğrudan doğruya Allah'tan bu kimselere verilmiş bir nimet olur. Böylece bu soru zail olur. Allah en iyisini bilendir. Salat ü selâm da Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)![27]



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/423.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425-426.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/426.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/426-428.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/428.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429.
[10]İbn Mace, hudûd, 37 (2/871).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429-430.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/430.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/432.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/432.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433.
[21] Buhârî, tefsir, 44; Müslim, münafikûn 39-40 (4/2156-2175).

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433-434.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/434.
[25] Tirmizi, zûhd,34(4/574);Ibn. Mace,züht9(21387).
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/434-435.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/435-436.

MAUN SURESİ TEFSİRİ KEBİR, Namaz Sureleri Tefsiri kebir

$
0
0

Yedi ayet olup, Mekkî'dir.[1]

Dini Yalan Sayma


"Dini yalan sayanı gördün mü?"(Mâûn, 1).
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[2]

Farklı Kıraat


Bazı kimseler, bu ifadeyi, hemzeyi hazfetmek suretiyle şeklinde de okumuşlardır. Zeccâc, bu okuyuşun, tercihe şayan bir okuyuş olduğunu söyleyerek şu izahı yapmıştır: Zira hemze, bu fiilin muzarisinden, mesela, gibi kalıblarından hazfedilir, atılır. Ama, fiilinin, şeklinde kullanılması doğru değildir. Ancak ne var ki, istifham harfi, ifadenin başında yer alınca, hemzeyi atmak kolaylaşır. Bunun bir benzeri de, şairin,
"Sen, kaba sağmış olduğu sütleri, tekrar hayvanın memesine koym uş olan bt çoban duydun ya da gördün mü?" diye bağırdı..." ifadesidir. İbn Mes'ûd da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, " (İsrâ, 62) ayetinde olduğu gibi, bu ifadenin sonuna bir kitab harfi ekleyerek, dlaîjî şeklinde okumuştur.[3]

İkinci Mesele


Bu ifadenin manası, "ceza gününü yalanlayan kimsenin kim olduğunu biliyor musun, öğrendin mi? Eğer bilmiyor­san, bil ki, "yetimi şiddetle iten kimsedir..."
Bil ki, bu ifade, her ne kadar şeklen bir istifham cümlesi ise de, ancak ne var ki, bu gibi ifadelerin maksadı, alabildiğine bir taaccüb manasını ifade etmektir. Ve bu tıpkı senin, "Gördün mü, falanca ne yapmış! Kendisini neye duçar kılmış!.." demen gibidir. Ayrıca bu hitabın Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapıldığı ileri sürüldüğü gibi, bu hitabın aklı olan herkese yapıldığı da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Ey akıllı, bunca deliller ortaya çıktıktan ve bu husus apaçık, ayan beyan izah edildikten sonra, şu din gününü yalanlayanı gördün mü? O bunu, herhangi bir gaye uğruna olmaksızın mı yapmıştır?! Öyleyse, akıllı kimseye, gayesiz ya da, neticesinde dünyalık bir şey bulunmadan, ebedi bir cezayı kendisine celbetmesi uygun olur mu? Akıllı kimsenin, baki ve çok olan şeyi, fani ve az olan şeyle değiştirmesi yakışık alır mı? Söyle bakalım..."şeklinde olur.[4]

Kimler Hakkında Nazil Olduğu


Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu ayet, belli şahıslar hakkında da inmiş bir ayettir. Bu görüşte  olanlar,  bu  şahısların  şunlar olduğunu  ileri
sürmüşlerdir: İbn Cüreyc,  bu  sûrenin,  Ebû Süfyan hakkında nazil olduğunu; zira Ebû Süfyan'ın, her hafta iki deve kestiğini; kendisine bir yetim gelip de et istediğinde, onu sopasıyla kovup ittiğini söylemiştir. Mu katil ise,
bu ayetin, Âs ibn Vâil es-Sehmî hakkında nazil olduğunu; zira kıyameti yalanlamak ile kötü fiiller yapmanın bu adamın özelliği olduğunu söylemiştir. Süddî, bu ayetin Velid ibn Muğîre hakkında nazil olduğunu söylerken, Maverdî, bu ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, bir yetimin vasîsi idi. Derken, bu yetim, Ebû Cehil'e, kendi malından bir şey istemek için, çıplak olarak gelmişti. Ama Ebû Cehil, onu kovmuş ve onun bu durumuna aldırmamıştı. Derken bu çocuk, ümitsizliğe kapılmış ve üzülmüştü. Bunun üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi ona, "Muhammed'e söyle, o senin için şefaaktçi olur" dedi. Halbuki bunu söyleyen Kureyşlinin maksadı alay etmekti. Fakat, o yetim çocuk, bu sözün kendisine, alay için söylendiğini anlayamadı. Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldi ve ondan bu hususta yardım istedi. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, hiçbir muhtaç geriye çevirmezdi. Bu çocuğu alıp, Ebû Cehil'e gitti. Ebû Cehil, ona yer verdi; çocuğun malını da, çocuğa teslim etti. Bunun üzerine Kureyş, onu ayıplayarak, "Aşık oldun, sevdin, yer verdin!.." deyince, o, "Allah'a yemin ederim ki, sevmedim. Ne var ki, onun sağında ve solunda, dediğini yerine getirmem halinde bana vurup beni öldürecek olan bir mızrak gördüm..." dedi. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, cimrilikle riyakarlığı birlikte yaşayan bir münafık hakkında nazil olmuştur.
2) Bu, din gününü yalanlayan herkesi içine alan bir ifadedir. Bu böyledir, zira insanın, taatlarda bulunmaya yönelmesi, yasaklardan kaçınması, bu kimsenin mükafaat elde etmeye olan arzusundan ve ilahi cezadan sakınma korkusundan kaynaklanır. Binâenalyeh, bir kimse kıyameti inkar ederse, şehevî ve lezzetli şeyler namına hiçbir şeyden geri durmaz. Böylece, kıyametin inkar etmenin, bütün küfür ve günah çeşitlerinin temelinde yattığı sabit olmuş olur.[5]

Din Kelimesinin Anlamı


"Din"in ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1)  Bu   ifadeyle,   "dinin  ve  İslâm'ın   bizzat  kendisini yalanlayan..." kimse kastedilmiştir. Bu, bu kimsenin ya,
Yaratıcı'yı yahut nübüvveti ya da kıyamet gününü, yahutta sert hükümlerden herhangi bir şeyi inkar etmesinden dolayıdır.[6]

Dinsiz Kimse Olur Mu?


Buna göre şayet, "Herkesin mutlaka bağlı olduğu bir din bulunduğuna göre, ayeti bu manaya hamletmek nasıl mümkün olur?" denilirse, buna da şu açılardan cevap verebiliriz:
a) Ehl-i İslâm'ın ve Kur'ân'ın ıstılahına göre, mutlak manada zikredilen din kelimesi ile, İslâm kastedilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da, "Allah katında (muteber) din, islâm'dır" (aı-i imrân, 19) buyurmuştur. Diğer inanışlara gelince, bunlar ancak, mesela Yahudilik, Hristiyanlık dini gibi, bir tür kayıtla din adını alırlar.
b)"Bu batıl sözler, din değildir. Çünkü din, Allah'a boyun eğmek, inkıyad etmek demektir. Ama bu inanışlar ise, şehvete ve şüpheye boyun eğmek demektir" denilebilir.
2) Müfessirlerin ekserisinin görünüşe göre, ayetin bu ifadesiyle, "Hesabı ve işlerin karşılığını yalanlayanı gördün mü?" manası kastedilmiştir. Müfessirler şöyle demektedirler. Ayetin ifadesini bu manaya almak daha evladır. Çünkü, İslâm'ı inkar eden kimse de, kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi kabul etmesi halinde, güzel işler yapabilir ve çirkin şeylerden sakınabilir. Ama, hiç aldırmaksızın, her türlü kötülüğü yapan kimselere gelince, bu kimseler, ancak öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkar eden kimseler olabilirler.[7]

Yetimi Horlayanlar


"İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur..."(Mâun, 2-3).
Bil ki, Allah Teâlâ, din gününü yalanlayanı tarif ederken, belirlerken, onun hakkında şu iki vasfı zikretmiştir: Bunlardan birincisi, yapmak ile ilgili olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte yetimi şiddetle iten..." aayetinin ifade ettiği husustur. İkincisi ise, yapmamakla ilgili olup, bu da, "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen..." ayetinin anlattığı husustur.  ifadesinin başındaki fâ, sebebiyle olup, "Bu kimse kafir ve din gününü yalanlayan kimse olduğu için, onun küfrü, yetimi itip kakmasına sebep olmuştur..." demektir. Cenâb-ı Hak, "Din gününü yalanlayandan, işte bunlar sadır olur" manasında olmak üzere, bu iki sıfatı zikretmekle yetinmiştir. Çünkü biz, din gününü yalanlayanın, bu iki şeyle yetinmeyeceğini, tam aksine bu ifadenin, teşbih yoluyla böyle getirildiğini bilmekteyiz. Buna göre Hak Teâlâ adeta, bunları zikretmek için, bu iki kısımdan her biri hakkında tek bir misal getirmiştir. Yahutta bu, bu iki özelliğin, şeriata göre, çirkin ve kötü şeyler olduğu gibi, kişiliğe ve insaniyete göre de kötü ve hoş olmayan şeyler olmasından dolayıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın, İfadesine gelince, bunun manası, "O, o yetimi itip kakar, kaba davranır"şeklinde olup, bu tıpkı "Ogün onlar, şiddetli bir biçimde cehenneme itilir ve kakılırlar" (Tur, 13) ayeti gibidir. Yetimi itip kakma hususunda bir sözün özü şudur:
1) Yetime, malını ve hakkını zulmederek vermek.
2)  Hernekadar herhangi bir kimseye sahip çıkmak farz değilse de, sahip çıkmamak. Çünkü kişi, bazan nafileleri yapmamak yüzünden de kınanabilir. Hele hele bu kişinin münafık ve dinsiz olduğu söyleniyorsa...
3)  Yetimi döğüp kovmak ve onu küçümsemek...
Bu ifade, "terkediyor" manasında,  şeklinde de okunmuştur ki bu durumda ayet, "O, yetimi davet etmiyor, yani herkesi davet ederken, yetimi terkediyor" demektir. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.s) "Başında yetimin bulunduğu sofradan, daha büyük (faziletli) sofra yoktur"[8]buyurmuştur. Yine bu kelime, fağ yani "yetimi, riya olsun diye davet eder ama ona, (doğru-dürüst) yedirip-içirmez. Onu ancak hizmet etsin diye, yahut ezilsin diye, yahut da iyilik ediyor gözüksün diye çağırır"şeklinde de okunmuştur.
Bil ki bu kelimeyi şeddeli olarak şeklinde okumanın şu faydası var: Bu şekilde okumak, bahsedilen kişinin, bu işi alışkanlık haline getirdiğini ifade eder. Binâenaleyh bu tehdid, kendisinden böyle bir iş sadır olan, ama yaptığından pişmanlık duyan kimseleri kapsamaz. Hak Teâlâ'nın, "Küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve fuhuşdan sakınanlar" (Necm, 32) ayeti de böyledir. Mü'minin bu tür küçük günahlarına "lemem" denilmiştir. Çünkü bunlar, insanları hayal-meyal sarıp, sürekli olmayan günahlardır. Zira mü'min, bu tür günahları işler işlemez, hemen pişman olur. Mükezzib (yalanlayıcı) ise, bu günahlarda, ısrar eden, bunlara aldırmayandır.[9]

Yoksulu doyurmamanın Cezası


Hak Teâlâ'nın "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen" ifadesi ile ilgili olarak, şu iki izah yapılır:
a) Bu, "kişi, kedisini yoksulları yedirmeye teşvik etmiyor" manasına der. "Taam" (doyurma)nın, "miskin" (yoksula) izafesi ise, bu doyurmanın, fakirin hakkı olduğuna delalet eder. Buna göre bu kimse, adeta yoksulu, hakkından alıkoymuş gibidir ki bu da, bu kimsenin son derece cimri, katı kalbi i ve bozuk karakterli olduğuna delalet eder.
b) Bu, "O, başkalarını yoksulun doyurulmasına teşvik etmez" manasınadır. Böyle yapmasının sebebi, bunda herhangi bir mükafaatın olmadığına inanmasıdır. Velhasıl Allah Teâlâ, kıyameti yalanlamanın alametini, güçsüzlere eziyet edip, marufu (iyi işleri) engelleme olarak belirtmiştir. Binâenaleyh bu, "Bir kimse ceza-kıyamet gününü tasdik edip de, ilgili tehdidlere yakînen inanacak olursa, ondan böylesi günahlar sadır olmaz. Öyle ise, ondan bu günahın ondan sadır olmasının sebebi, onun Kıyamete inanmamasıdır" demektir.[10]

İki Soru


Burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru:İnsan pek çok hususda, başkaları teşvik etmemiştir, bundan dolayı günahkar da olmamıştır?
Cevap:Çünkü başkaları, bu işi onun yerine yapmaktadır, yahut da başkaları onun sözünü kabul etmeyeceği için, bunu yapmamıştır; yahut da muhtemel olan bir takım mahzurlardan dolayı, teşvikte bulunmamıştır. Ama burada, Cenâb-ı Hak, onun, bu işi, kıyameti inkar ettiği için yapmadığını belirtmiştir.[11]

Teşvik Lafzının Eklediği Mana


İkinci Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin, bunun yerine, "Yoksulu da doyurmaz" dememiştir?
Cevap: Bir kimse, yetime, hakkını vermediğine göre, yoksula, kendi malından nasıl yedirip-içirir. Hatta bu kimse, başkalarının malları hussunda bile cimridir. Binâenaleyh böyle bir kimse, alabildiğine cimri ve kıskançtır. O yüzden kendi malı hususunda, haydi haydi cimri olur. Bu ifadenin zıddt ise, mü'minleri övmek için kullanılan, "Merhameti tavsiye ederler, hakkı tavsiye ederler; sabrı tavsiye ederler" (Asr, 3) gibi ifadelerdir.[12]

Namazın Şuurunda Olmayanlar


"işte o namaz kılanların vay haline ki onlar namazlarından gafildirler" (Mâun, 4-5).
Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:[13]

 

Önceki Kısımla Münasebet


Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Yetimlere  eziyet  edip,  yedirip-içirmemek,  kişinin münafıklığına delalet edince, hususuz ve huzursuz kılınan namaz,  bu  münafıklığa haydi  haydi  delalet eder.  Çünkü  eziyette bulunup, yedirmemek, insanlara karşı yapılan bir muameledir. Namaz ise, Allah'a karşı yapılan bir hizmettir.
2) Hak Teâlâ yetime eziyetten ve insanın yedirip-içirmeye teşvik etmemesinden bahsedince, sanki birisi, "Namaz, insanı fuhşiyyattan ve kötü şeylerden alıkoymaz" (Ankebût, 45) demiş de, Cenâb-ı Hak ona, "Riya ve gafletten kurtulamayan bir namaz, insanı nasıl kötü işlerden alıkoyabilir" diye cevap vermiş.
c) Hak Teâlâ sanki, "Kişinin yetime eziyete yönelmesi ve yetimi doyurmaya teşvik etmemesi, Allah'ın mahlukatına karşı şefkatli olma konusunda bir kusur; namazında gaflet etmesi ise, Allah'ın emrine saygı konusunda bir kusurdur. Binâenaleyh kişiden, bu iki konuda böyle kusurlar meydana gelince, bu kişinin şakiliği doruk noktaya varmış olur. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "Vay haline" buyurmuştur.
Bil ki "veyl" (vay haline, yazıklar olsun) kelimesi, çok ileri derecede bir suçun işlenmesi halinde kullanılır. Mesela, Hak Teâlâ, "Ölçekte ve tartıda hile yapanlara veyl olsun" (Mutaffffin, 1); "Ellerinin kazandığı şeyden, yaptıkları şeyden Ötürü onlara veyl olsun " (Bakara, 79) ve "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet haline getirenlere veyl olsun "(Hümeze, 1) buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre herkes cehennemde, suçuna göre bağırıp-çağirip ağlayacak. Mesela birisi, "Şan ve i şerefin peşinde koşmamdan ötürü veyl bana, yazık bana" diye ağlarken; bir başkası '"Cahilî taassububdan ötürü veyl bana..", bir başkası, "Namazımdaki kusurumdan ötürü veyl bana, vay halime" deyip ağlar. İşte bu yüzden, bu gibi ayetleri dinlerken kişinin, "Eğer Cenâb-ı Hak beni bağışlamazsa, veyl bana, vay halime" demesi müstehab ..olmuştur.[14]

Mahrumluk Sebepleri


Bu ayet şu üç şeyi yapma yüzünden, büyük bir tehdidin meydana geleceğine delalet eder:
1) Namazdan gafil olmak,
2) Riyakarlık,
3) Milletin ihtiyacı olan, kap-kacak, alet-edevat gibi şeyleri vermemek... Bütün bunlar, kişinin günahkar olmasını, gerektiren hususlardır. Dolayısıyla da kişi bunları yapmakla münafık olmaz. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, bu fiilleri yapanlar için böyle büyük bir tehdid yöneltmiştir? İşte bu problemden ötürü, müfessirler şu izahları yapmışlardır:[15]

Kafirler ve Şer'î Ameller


a) Ayetteki, ifadesinin mânası, "Bu fiilleri yapan münafık namaz kılanlara veyl olsun"şeklindedir. Buna göre ayet, kafirin, şeriatın yasakladığı işleri yapıp, şeriatın emrettiği şeyleri yapmaması sebebiyle, cezasının daha fazla olacağına delalet eder. Bu da, İmam Şafiî'nin, "Kafirler de, şeriatın hükümlerinden mesuldürler" sözünün doğruluğuna delalet eder. İşte itimada şayan cevab budur.[16]

Namazdan Gafletin Doğru Tefsiri


b) Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Allah Teâlâ, "Namazlarında gafil olanlara..." demiş olsaydı, bu tehdid, mü'minler hakkında olurdu. Fakat Hak Teâlâ, "Namazlarından gafil olanlara..." demiştir. Namazdan gafil olan, namazı hatırlamayan ve namaza boş veren kimsedir." Bu görüş, zayıftır. Çünkü, "namazdan gafil olma", namaz kılmama ve terketme namazına alınamaz. Zira Hak Teâlâ, ayetin baında, "işte o namaz kılanların vay haline..." demek suretiyle, zaten bahsedilen bu kişilerin namaz kıldıklarını belirtmiştir. Namazdan gafil olma, namazı terk manasına olsa bile, bunu yapan, bundan dolayı ne münafık olur, ne kafir olur.
Bunlardan birinci itiraza şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allah Teâlâ, şekle nazaran, bunlara "namaz kılanlar" demiş, batına ve gerçek hallerine nazaran da, "namazdan gafil olduklarına, yani namaz kılmadıklarına hükmetmiştir. Bu tıpkı, "Namaza kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar, insanlara riya olsun diye namaz kılarlar ve Allah'ı hiç zikretmezler"(nisa, 142) ayetinde anlatıldığı gibidir.
İkinci itiraza da şöyle cevap verilir: Namazı unutmak, kişinin namazın tüm parçalarında, Allah'ın zikrini unutup kalması manasına gelir ki böyle bir namaz, ancak namazın hiçbir faydası olmadığını düşünen münafıktan sadır olur. Namazda açık bir fayda olduğuna inanan müslümanın ise, namazın hiçbir parçasında din, sevab, ikab işlerini hatırlamaması imkansızdır. Aksine namazının bazı kısımlarında gafil olup, başka düşüncelere dalması manasında, mü'min için, namazda bazan gaflet hali meydana gelebilir. Böylece namaz kılarken sehvetmek, yani bazan gaflete düşmenin, mü'minin hallerinden; namazdan gaflete düşmenin de kafirin hallerinden olduğu sabit olur.
c) Ayetteki "sâhûn" (gafil) kelimesinin manası, "Namazlarının vakitlerine ve şartlarına uymazlar"şeklinde olabilir. Buna göre ayet, "O, namaz kılıp, kıl mamaya aldırmaz" manasında olur. Bu, Sa'd b. Ebû Vakkâs (r.a), Mesrûk, Hasan el-Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür.[17]

Hz. Peygamber (s,a,s) Hakkında Sehiv Mümkün Mü?                 


Alimler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in namazda, sehvedip etmediği   konusunda   ihtilaf  etmişler  ve   çoğu;   "Hz. Peygamber (s.a.s), hiç sehvetmemiştir. Fakat Allah Teâlâ, bu hükmü fiilen (pratik olarak) beyan olsun diye, bu hususta, Hz. Peygamber (s.a.s)'İn, sehveden (unutan-gafil olanın) yaptığı gibi yapmasına izin vermiştir. Çünkü birşeyi fiilen (pratik olarak) açıklamak, daha kuvvetlidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den yanılmanın gafletin olduğunun farzedilmesi durumunda "sehv", şu üç kısma ayrılır:
a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve sahabenin sehvi... Bu, bazan sehiv secdesiyle, bazan da sünnet ve nafilelerle onardır.
b) Namazdaki gaflet, namaza ve niyetine hazırlıklı olmamadır.
c) Namazı, kazaya bırakmaksızın büsbütün terketmek ve vaktini geçirmek... Münafığın namazı böyledir ve bu namazı terketmeden daha şerli bir harekettir. Çünkü münafık kıldığı bu namazı ile adeta dinle eğlenmektedir.[18]

Riyakarlar


"Onlar, riya yapanların ta kendileridir ve onlar mâûnu da vermezler" (Mâûn, 6-7).
Bil ki münafıkla riyakar arasındaki fark şudur: Münafık zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakar ise, kendisini görenler dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Yahut şöyle de diyebiliriz: Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakar ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir.
Bil ki namaz ve zekat gibi farz ibadetleri açıktan yapmak vacibtir. Çünkü bunlar, İslâm'ın alametlerindendir. Bunları terkedenler, lanete müstehak olurlar. Binâenaleyh bunları açıktan yapmak suretiyle, insanın, hakkında oluşabilecek töhmetleri bertaraf etmesi gerekir. Gizli yapma ise, nafileler için söz konusudur. Fakat nafileler de, açıktan yapılınca, başkalarına örnek olacağı umulursa, açıktan yapılır. Birisi, mescidde şükür secdesi yapan ve bunu çok uzatan bir adam görmüş, "Bu ne güzel şey, keşke bunu evinde yapsaydı!" demiştir. Fakat alimler şöyle demektedirler: "Nafileler, utanmadan dolayı terkedilemeyeceği gibi, riyakarane de yapılmamalıdırlar. Çünkü nafilelerde riyadan kaçınmak zordur. İşte bundan ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s) "riya, siyah karıncanın, kapkaranlık gecede, siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir"[19]buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki  fiili ne manaya gelir?" denirse, biz deriz ki: Bu, "irâe" (gösterme) masdarından, müfâ'ale'sidir. Çünkü mürâî, yaptığını insanlara gösteren kimsedir. Böylece insanlar da onu görünce, överler ve ona takdirlerini sunarlar. Bil ki "Onlar namazlarından gafildirler"(Mâûn, 5) ayeti şu iki şeyi ifade eder:
a) Namazın vaktini geçirmeyi;
b) İnsanın namazda iken gaflette olmasını...  "Onlar,  riya yapanların ta kendileridt" ayeti de, riyakarlığı anlatır. Böylece namazın, bu üç durumdan hali olması gerektiği anlaşılır.[20]

Mâûn


Hak Teâlâ, namazın durumunu anlatınca, peşisıra bağışta bulunmayı zikrederek, "Onlar mâûnu da vermezler" demiştir. Burada şu izahlar yapılır:
1) Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, İbn Abbas (r.ahm), İbnu'l-Hanefiyye, İbn Öber (r.a), Hasan el-Basrî, Sa'İd b. Cübeyr, İkrlme, Katâde ve Dahhâk'a göre, ayetin bu kelimesi ile zekat kastedilmiştir. Ubeyy (r.a)'in hadisinde şu yer almaktadır: "Kim,  Eraeyte  (mâûn) sûresini okursa,   eğer bu kimse zekatını da veriyorsa, Allah onu bağışlar."İşte bu ifade, sûredeki "mâûn" ile, zekatın kastedildiği düşüncesini vermektedir. Bir de Allah Teâlâ, bu ifadeyi, "namaz" ile ilgili ayetin,  peşinden getirmiştir.  Binâenaleyh bununla zekatın kastedilmesi gerekir.
2) Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre, "mâûn", örfen verilmesi gereken, verilmemezlik edilmeyen, fakir-zengin herkesin birbirinden istediği şeylerin adıdır. Böyle şeyleri vermeyenler, kötü huylu ve cimri diye nitelenirler. Bu şeyler, balta, kazan, kova, bakraç, tencere, çengel, kalbur ve keser gibi, kap-kacak, alet-edevattır. Bunlara, tuz, su ve ateş (kibrit vs.) gibi şeylerin verilmesi de girer. Çünkü şöyle rivayet edilmiştir. "Üç şeyin verilmemesi helal değildir:
Su, ateş ve tuz'un... "[21] Konusunun, fırında (tandırında) ekmek pişirmeyi istemesi veya bir günlüğünü-yarım günlüğüne bir eşyasını senin yanına koyması da ayetin
hükmüne girer. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Mâûn", fâ'ûl vezninde olup kökündendir ise, ufacık-azıcık şey demektir. "Malı çoktur, az değildir" manasında, denilmesi de böyledir. Zekata da "mâûn" denmiştir. Çünkü zekat, malın kırkta biri olarak alınır. Binâenaleyh zekat, çok şeyden az olarak alınan şey demektir. Örfte balta, bıçak gibi şeylere de "mâûn" denmiştir. Bu manaya göre ayet, bu basit, ufacık, önemsiz şeyler hususunda insanları cimrilik etmekten menetmektedir. Çünkü bunlar hususunda cimrilik etmek, son derece düşüklük ve basitliktir. Ki münafıklar da böyle basit insanlardı. Çünkü HakTeâlâ, "Onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara da cimrilik emreden (tavsiye edenleridir" (Nisa, 37) ve "O, hayrı alabildiğine engelleyen, haddi aşan ve çok günah işleyendir" (Kalem, 12) buyurmuştur. Alimler, bir kimsenin evinde, komşularının ihtiyaç duyacağı şeyleri çokça bulundurmasının fazilet olduğunu söylemişlerdir. İşte Cenâb-ı Hak insanları bu hususta ayıplamış ve farzları yapmaları ile yetinmemiştir.
3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Araplardan birinin, "mâûn, su demektir" dediğini duydum. O, bana şu beyti delil getirdi:
"Onun devesi suyu, ağzıyla püskürtüyor/'
Belki de Cenâb-ı Hak, bulunmadığında en kıymetli, bulunduğunda ise en ucuz şey oluşundan ötürü özellikle bu ayette, "mâûn" diye suyu zikretmiştir. Bir de su, cehennemliklerin, "Üzerimize su dökün" (A'raf, 50) deyişi gibi, ilk isteyecekleri şey "Rableri onları temiz bir içecekle savardı" (insan, 21) ayetinde ifade edildiği gibi, cennetliklerin ilk tadacakları lezzettir.
4) Mâûn, inkiyâd etmektir. Nitekim "Sana itaat etsin" manasında, "Deven sana itaat etsin diye, onun ağzını burnunu kır" denilir.
Bil ki evla olan "mâûn"un, yapılması kolay ve basit her türlü taat manasına alınmasıdır. Çünkü bu manaya almak, daha fazla fayda (mana zenginliği) sağlar.
Muhakkak alimler, buradaki, "Onlar riya yapanların ta kendileridir" ifadesi ile, "Onlar mâûn da vermezler" ifadesi arasındaki münasebet hususunda şöyle derler: "Hak Teâlâ adeta, "Namaz benim için, mâûn ise halk içindir. Binâenaleyh Benim için yapılması gereken şeyi, bu riyakarlar, halka sunup, gösteriyorlar; halkın hakkı olanı ise, onlara vermiyorlar" demek istemiştir. Buna göre sanki bu riyakarlar, hem Hakka hem halka, olması gerekenin tersine muamele ediyorlar. Eğer, "Cenâb-ı Hak niçin din gününü yalanlayan ve (bu sıfatlara sahip olan) kimsenin ismini açıkça zikretmemiştir?
Eğer sen, "O kimseyi teşhir etmemek için..." diyecek olursan, ben de derim ki: "Peki o zaman, Cenâb-ı Hak niçin, Hz. Adem (a.s)'i teşhir etti de, "Adem Rabbine asi oldu"(Taha, 121) buyurdu?" denilirse, şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'in hatasını, ölümünden sonra, evladları için bir lütuf olsun diye, tevbe ettiğini de belirtmek suretiyle zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, o ufacık zelleden (hatadan) ötürü, onu cennetten çıkarmıştır. Peki onun evladları daha nasıl, bunca büyük günahları işledikleri halde, oraya gelmeyi umabilirler. Bir de bu hatanın, bu şekilde açıkça anlatılması, Hz. Adem (a.s)'in kadr-u kıymetinin yüceliğini belirtmektir. Çünkü Hz. Adem (a.s), kedisinden bu tek hata sadır olan, ama buna da böylesine tevbe ve yakarışta bulunan bir yiğittir.
Şimdi bu sûreyi şöyle bir dua ile sona erdirelim: "Ey Allahımız, bu sûre münafıklar hakkında; bundan sonraki sûre ise, Hz. Muhammed (s.a.s) ve ashabının derecesine erişemediysek de, bu kötü fiillerde, o münafıkların derekesine düşmedik. Binâenaleyh ey Rabbimiz, ey Erhame'r-Râhimîn fazlınla bizi affet. Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![22]



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/437.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439-440.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/440.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/440.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/441.
[8] Kenzu’l-Ummal,3/6040.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/441-442.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/442.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/ 443.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443-444.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444-445.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/445.
[19] Benzer bir hadis için bakınız: Müsned, 4/403.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/445-446.
[21] Ebû Davud, zekat, 36 (2/127). (Benzer Hadis).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/446-448.

Amenerresulu'nün Kur'an'ın en büyük ayetleri olduğunu bildiren ayet

$
0
0
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِير٢٨٥

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ ٢٨٦



Peygamberimiz (sav), Cennetin yedinci katında Necm Suresinde de anlatıldığı üzere Bakara suresinin son iki ayeti oraya çıktığında, bizatihi kendisine Allah tarafından bildirilmiştir. 

14 - Sidretü'l- Müntehâ'nın yanında.

15 - Ki Cennetü'l- Me'vâ onun yanındadır.

16 - Sidre'yi kaplayan kaplıyordu.

17 - (Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.


18 - Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. (Amenerresulü)

Diğer bir deyişle Kur'anın tamamı dünyaya gönderilmiştir. Bu iki ayeti ise Resulullah (sav) almak için göğe çıkmıştır. Dünyaya gönderilmedi Resulullah'a (sav) Allah'ın huzurunda bildirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden Kur'an'da çok önemli bir yeri vardır. 

Amenerresulu'nün Kur'an'ın en büyük ayetleri olduğunu bildiren ayet: 


Necm Suresi/18 Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.

Emine Kaya

Hz. Âişe Peygamberimizle kaç yaşında evlendi?

$
0
0


Hz. Âişe Peygamberimizle kaç yaşında evlendi?

Diri diri kız çocuklarını toprağa gömen cahiliye Arapları genel itibari ile kız çocuklarının yaşlarını tutmazlardı.

Toplumun tüm kınamasına rağmen kızlarını gömmeyip onları büyütenler, çocukları buluğa erdiklerinde Daru'n-Nedve'de bir tören düzenler ve kızlarının artık büyüdüğünü halka ilan ederlerdi.
Eğer bu uygulamayı esas alırsak, Hz. Aişe'nin 9 yaşında evlendiği iddiasını, “9 yıldır ay hali görüyordu” şeklinde anlamak gerekecektir. Yani kız çocuğu adet olduğu günden itibaren bir yaşına giriyordu diyebiliriz..
9 yıldır ay hali görmesi ve bir 9 yılda çocukluk dönemini dikkate alınca, Hz. Aişe validemiz evlendiğinde 18 yaşlarında bir genç kız olduğu anlaşılacaktır.

Ayatel Kursi'nin Detaylı Açıklaması

$
0
0

  1. اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ
  2. لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ
  3.  لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ
  4.  مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ
  5.  يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ
  6.  وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء
  7.  وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ
  8.  وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا
  9.  وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ ٢٥٥



Ayetel kürsi dokuz cümleden oluşuyor. Yukarıda gösterdiğim gibi..

Birinci-dokuzuncu
İkinci-sekizinci
Üçüncü-Yedinci
Dördüncü-Altıncı

Beşinci-... ortada kalıyor..
Birbirlerini tamamlayan ilişkilendirilmeleri vardır.. Açıklayalım..



1-  "Allahü la ilahe illâ hüvel hayyül kayyûm" Allah'ın iki güzel ismiyle biten çok güzel bir cümledir.
El-Hayy ve El Kayyum; Hep yaşayan ve yaşamın kaynağını elinde tutan,bütün oluşumların ayakta tutulmasının ve korunmasının nedeni Allah'tır. 
(El-Hayy): Hayat sahibi.
(El-Kayyum): Her şeyin tek kaynağı.

  1. اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ

Her şey Allah'ın (cc)sayesinde yaşamına devam ediyor ve ayakta duruyor. İnanılmaz olan son cümle. Birinci cümle "Ve hüvel aliyyulazîm" olan dokuzuncu cümle ile bir ilişkilendirme var.
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Allah'ın (cc) iki ismi birinci cümlede..
Allah'ın (cc) iki ismi son cümlede..
Son cümle (El-Aliyy):Yüce..
(El Azîm):Azametli, büyük..



1-9 cümle meali şerifi:"Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Her şey Allah sayesinde yaşamına devam ediyor ayakta duruyor. O, yücedir, büyüktür azamet sahibir." 

İkinci cümlenin meali ve açıklaması aşağıdaki gibidir.
2.لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ

"O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku."

Allah azze ve celle kendisi hakkında şöyle buyurur:"Lâ te'huzühû sinetün ve lâ nevm." (Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz)
Uyuklama, yorgun olduğunuz anda uyuklarsınız. (Sina:Uyuklama hali-uyku alemine geçiş
Bu aşamadan sonra ne geliyor? (Nevm:uyku, derin uyumak)
İkinci cümlede beşerde olan, fakat Allah'ta olmayan şeylerden bahsediliyor. (yorulma, uyuklama ve uyku hali)
İkinci ayet uyuklama ve uyku hakkındadır.
 وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا
Peki sondan ikinci ayet ne? "onları (gökleri ve yeri) koruyup gözetmek kendisini yormaz" 
İkinci cümle ile sondan ikinci cümle arasındaki bağlantıyı görüyoruz değil mi?

İkinci ve sekinci cümlenin meali şerifi:"O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku.. Onları (gökleri ve yeri) koruyup gözetmek kendisini yormaz.."

 لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ

3. cümle "Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur."  

Bu cümle ne ile ilgili? Sahip olma ve mülkiyet.
Ayet sahip olma ile ilgili yani her şey Allah'a ait sahiplik ve mülkiyette Allah'ındır. 
"Mâlik" Sahip olmak "Malîk" mülkiyet demek..
"Hükümranlık" diğeri "Hükümdarlık"anlamındadır.
Sondan üçüncü yani yedinci cümle  neydi?

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ

"Onun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır.Allah kürsüsünden bahsederken kendi hükümranlığından bahsediyor. Kontrol etmenin bir yönü sahip olma iken. Diğer bir yönü hükümdarlıktır (Hükmetme: Yani sadece mülkünde hükmeder) 

Üçüncü ve yedinci cümlelerin meali şerifi:"Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Onun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır." (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.)



4. مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ


"O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?"



وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء


Hiç kimse bir yetkiye sahip değil, Allah'ın izin vermek istedikleri dışında olanlar hiç bir şeye sahip değiller. 

Ayet şununla ilgili. Allah'ın izin verdiği kimseler hariç hiç kimse bu konuda yetkili olamaz değil Allah'ın izin verdikleri müstesna. (İlla bima Şâe)
4-6 her iki cümlelerde Allah hakkında bir demeç bir istisna ile ilgilidir.
Demeç şudur: Hiç kimse bir yetkiye sahip değildir. Allah'ın izin verdikleri dışında..Bunun dışında olanlar hiç bir şeye sahip değiller..

Dördüncü ve altıncı cümle meali şerifleri:"O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?Hiç kimse bir yetkiye sahip değil, Allah'ın izin verdikleri müstesna." 



يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ 5


5"Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir."

Allah ayetin arkasından gelenleri ve önünde olanları bilir. Ve bu ayeti diğerlerinin ortasına koyuyor ve önlerinde (1-2-3-5 cümleleri ve arkalarında 6-7-8-9.cümleleri) ne varsa hepsini bilir diyor.
Kim söylüyor? Allah


Allah'ın konuşma yöntemi ve bunu ifade etme yöntemi. Bir gerçeğin farkında olmamızı istiyor. 

O da şu ki.   
Biz biliyoruz ki okuduğumuz Kur'an bir kitap bir metin gibi okuyoruz. 1-2-3-4-5-6-7-8-9 cümle diye sıralandırıyoruz. Resulullah (sav) kendisi Kur'an'ı sadece konuşmuş. Biz ancak yazıya dökülmüş halini görebiliyoruz. Kur'an çok muhteşemdi ve hiç hata yapma ihtimali olmadan O'nunla konuşmalar veriyordu. Allah (cc) Kur'an'ı yazılı değil sözlü olarak vahyetmiş yazılı değil. Yazılı ama burada değil Levh-i  mahfuz'da.
Şu konuda oldukça açık olmalıyız: Bu bir insandan çıkmış olamaz..



Ayetel kürsünün açıklamasını birde böyle okuyalım
1-9 cümle meali şerifi:"Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Her şey Allah sayesinde yaşamına devam ediyor ayakta duruyor. O, yücedir, büyüktür azamet sahibir." 

İkinci ve sekinci cümlenin meali şerifi:"O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku.. Onları (gökleri ve yeri) koruyup gözetmek kendisini yormaz.."
Üçüncü ve yedinci cümlelerin meali şerifi:"Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Onun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır." (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.)
Dördüncü ve altıncı cümle meali şerifleri:"O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?Hiç kimse bir yetkiye sahip değil, Allah'ın izin verdikleri müstesna." 

5"Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir."


Nouman Ali Khan videolarından ve kendi ilmi birikimlerimden faydalanarak hazırladığım bir derstir. Doğrusunu Allah bilir (beşinci cümlede yazıyor zaten)amacım Allah'ın Rızasını Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) de şefâtini kazanmaktır. 

Emine Kaya

VAKIA DUASININ MANASI,VAKIA SURESİNİ OKUMA USULÜ

$
0
0



VAKIA DUASININ MANASI
Ey Allah’ım! bütün mübarek kelimelerin ile Esma-i Hüsna’nın güzel isimlerinin hepsi ile ismi Azam avası ile kitabındaki rahmetinin sonsuzluğu ile arş-u alanın izzet ve şerefi ile sana yalvarırım. Bunların hürmetine senden isterim. Efendimiz üzerine salat-ı selam eyle ve bunların yüzü suyu hürmetine, beni güzelinden, helalinden noksansız, geniş, bol rızık ile ve menfeatli ilim ile rızıklandır.

Ey her şeye galip olan Allah’ım! Beni düşmanlarımın üzerine galip eyle.

Ey rahmeti bol olan Allah’ım! Bizi mağfiret eyle, ins ve cinin rezzağı rızıklandırıcı olan Allah’ım! Bizi rızıklandır.

Ey Allah’ım! Rızkım semada ise indiriver. Toprak altında ise çıkarıver. Uzak ise yakınlaştırıver. Az ise çoğaltıver. Çok ise bereketli kıl.

Ey Allah’ım! Beni daima cömertçe veren ellerden kılda dilenen ellerden yapma dilendirme.

Ey Fettah, Rezzak, Alim olan Allah’ım! Bize hayır kapılarını aç. Bütün mahlukatı rızıklandırdığın gibi bizi de rızıklandır.

Ey Allah’ım! Eğer ismim Kitap’da maddi ve manevi rızıkdan mahrum olan şakiler listesinde ise ismimi siliver de saidler yani Cennetlikler listesine bütün hayırlar ile muvaffak olan rızıklanmışların listesine kaydeyleyiver. Sen dualara icabet edensin. Bizim dualarımızıda kabul eyle Ya Rabbi.

***
VAKIA SURESİ


Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim her gece Vakıa Suresini okursa, ona asla fakirlik isabet etmez.”

Abdullah ibni Mesud (Radıyallahü Anh) vefat edeceği vakit müminlerin emiri olan Hazreti Osman (Radıyallahü Anh) onu ziyarete gelir. Ona “Neden şikayetin var?” deyince, o şöyle der: “Doktor beni hasta etti. Artık bana kim derman olabilir.” O zaman Hazreti Osman (Radıyallahü Anh): “Sana devlet hazinesinden maaş bağlatayım mı? deyince, O: “İstemez” der. O zaman Hazreti Osman (Radıyallahü Anh): “Arkanda kızlar bırakacaksın onlara lazım olur” deyince, Abdullah ibni Mesud (Radıyallahü Anh) yukarıda zikredilen hadisi şerifi rivayet ederek: “Ben kızlarıma her gece Vakıa Suresini okumalarını emrettim, onlarda buna devam ediyorlar. Dolayısıyla onlarda muhtaç olmazlar ” der.

Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Vakıa Suresi, zenginlik suresidir. Onu okuyunuz ve o sureyi kadınlarınıza ve çocuklarınıza da öğretiniz.”
VAKIA SURESİNİ OKUMA USULÜ

1 FATİHA-İ ŞERİF
3 İHLAS-I ŞERIF
7 VEYA 11 ADET SALAVAT-I ŞERİFE
1 FATİHA-İ ŞERİF
1 SURE-İ VAKI’A
1 FATİHA-İ ŞERİF
7 VEYA 11 ADET SALAVAT-I ŞERİFE
VAKI-A SURESİNİN DUASI

Hadisi şerif ile gece yatsı namazından sonra okunmasi tavsiye buyurulmuştur. Maddi sıkıntı halinde bir oturuşta üç defa okunur. Her okunuşun sonunda mutlaka duası okunmalıdır. Esrarı duasi ile beraber okunduğu için her okunuşta duası yapılmalıdır.

Bir kimse dünyevi sıkıntılara giripte bu sıkıntılardan kurtulmak istiyorsa, maişetinin bollaşması, işlerinin iyi gitmesini istiyorsa Vakıa Suresini okur. Sonra’da yukarıdaki dua-i şerif sure-i vakiadan sonra her akşam bir kere okunur. Sureyi Vakianın hatmi şerifi 41 adet okumaktır. Mümkün olursa 7 defa veya ihtiyaç halinde bir oturusta birkaç kişi ile birlikte 41 defa hem sure hem dua okunur.

Sâd Suresi 4-5-6-7 ve 8 Ayetlerin sebebi nuzulü,

$
0
0


Sâd Suresi 4-5-6-7 ve 8 Ayetlerin sebebi nuzulünü merak edenler için yazıyorum. Allah Razı olsun diye dua ediniz hepimizden Rabb'im Razı olsun inşAllah..

İbn-i Abbas'tan :
Ebû Tâlib hastalandığı zaman, beraberlerinde Ebû Cehil de bulunduğu halde bir kişi ona uğradılar ve kendisine:

"Senin kardeşin oğlu bizim tanrılarımıza sövüyor ve şöyle yapıyor, böyle yapıyor. Onu çağır da kendisine söyle, bunu yapmasın" dediler.
   
Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize haber salıp onu getirtti. Nebiy Salllahu aleyhi ve sellem içeri girdiği zaman Ebû Tâlib'in yanıbaşında, bir adamın oturabileceği kadar bir boşluk vardı.

Ebû Cehil, 'Eğer Muhammed geçip oraya oturursa, belki Ebû Tâlib ona acır da ona bir şey yapmaz' diye korktu ve bunun için hemen sıçrayıp kendisi oraya oturdu. 

Peygamber Efendimiz de  sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Tâlib'in yanında boş bir yer bulamayınca kapı arkasına oturmak zorunda kaldı. 
Ebû Tâlib:
"Ey kardeşim oğlu! Nedir bu? Senin kavmin senden yakınıyorlar. Onların tanrılarına sövüyor ileri geri konuşuyormuşsun," dedi. 

Ebû Tâlib'den sonra onlar söze başladılar ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem'in aleyhinde çok konuştular. 
Bunun üzerine Nebîy sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Tâlib'e hitaben:

"Amca! Ben onları tek bir kelimeye da'vet ediyorum. Eğer o kelimeyi söylerlerse bütün araplar onlara boyun eğecek ve arap olmayan milletlerde onlara cizye vereceklerdir, dedi. 

Onlar bu söze çok sevindiler ve :
"Bir kelime yerine babanın başı hakkı için on kelime söyleriz; yeter ki bundan böyle sen de tanrılarımıza dil uzatma. Söyle bakalım o kelime nedir?" dediler.

Ve Ebû Tâlib de:
"O kelime nedir kardeşim oğlu ?" diye sordu.

Peygamber Efendimiz  sallallahü aleyhi ve sellem:

"O kelime Lâ ilâhe illallah kelimesidir" deyince yerlerinden fırlayıp elbiselerini sırtlarından attılar ve :

"Bütün tanrıları bir tek tanrı mı yaptı? Bu cidden acâip bir şey," dediler. 

Bunun üzerine Sâd Suresi 4-5-6-7 ve 8 ayeti kerimeleri nazil oldu. 

4- Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır.”

5- “İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!”

(6-8) İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur’an) içimizden ona mı indirildi?” diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur’an’dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.

Hazırlayan:Emine Kaya 
Kaynak:HAYÂT'US-SAHABE 1.CİLT sayfa 46
MUHAMMED YÛSUF KÂNDEHLEVΠ





   

Çarsaf giymek dinimizin neresinde?

$
0
0

Çarsaf giymek dinimizin neresinde? ( Hani müslüman kadinlar dikkat çekmemesi lazimdı ama çarşaf giyince daha cok dikkat cekiyor!) Genç bir kardeşimizin sorusu..

Her şeyden önce şunu belirteyim çarşaf şehvet uyandıracak tarzda dikkat çekmiyor. Kadın ya da erkek hal ve hareketlerimizle, sesimiz ve gülüşümüzle dikkat çekici olmamalıdır. 

İslamda örtünmede aranan vasflar vardır. Yâni, el yüz dışındaki bütün bedeni örtüyor mu, vücut hatlarını belli etmeyecek genişlik ve uzunlukta bedeni kaplıyor mu? Aranan vasıf budur. Hanefi mezhebine göre el üstü görünmemesi gerekir, hattâ kaşları da aynı şekilde saç rengini ele verdiği için kapanması gerekir yani çarşaf giysek bile bu hususlara dikkat etmemiz gerekiyor. 

Bir elbise, yâni eşarp saçın telini dahi göstermiyor, manto vücudun hatlarını dahi gizliyor, kalın çoraplar diz üstlerine kadar çıkıp teni kapatıyor ve ayak bileklerine kadar uzanan etek ya da elbise ile bacaklarınızın da hatlarını örtüyorsa..Farz olan giyim hâsıl olmuştur.

İşte bu giyim bir (fetva) gereğidir. Yâni mecburi olan kısımdır. Ayrıca bu giyimin üzerine bir de çarşaf ilâve eden olursa, elbette bu da bir (takvâ) gereğidir, tebrike şayân bir titizliktir. Kendini bütünüyle gizlemektir.

Ne var ki (fetva) mecburi, (takvâ) ihtiyarî olduğundan, çarşafa herkesi zorlamamız mümkün değildir. İlgi duyanlar, gönülden alâka hissedenler tercih eder, istemeyenlere ısrar olunmaz. Zira takvâsını zorlamak, bazan fetvasını da kayba sebeb oluyor..

Hem fetva gereği olan giyime herkes alâka duyabilir. Ama, henüz fetvayı göze alamayanlara takvâyı gösterecek olursak büsbütün zorlanır, iyice alâkasızlığa sebeb olabilir.

Demek ki, geniş bir eşarp, vücud hatlarını belli etmeyecek bolluk ve uzunlukta bir manto, yahut pardesü, kalınca çorap, topukları kapalı ayakkabı, (fetva) gereği olan bir tesettürü temin etmektedir. Bunu hemen herkes benimseyip tatbik edebilir. Bunun yanında ayrıca çarşafa da alâka duyup ilâve etmek, bir takvâ gereği olduğundan itirazı mümkün olmayan yüce bir fazilettir. Ancak ısrarla değil, sevdirmekle, içinden ilgi duymakla hâsıl olacak bir tercihtir bu.

En iyi, iyinin de icrasına mani oluyor bazan. O takdirde pişmanlık zuhur ediyor, keşke sadece iyiyi yapsaydık da, en iyiyi sonraya bıraksaydık denebiliyor.
Günümüzde müslüman hanım kardeşlerim fetvaya uygun giyimi bir tarza dönüştürerek yinede dikkat çekici olmayı başarıyor. Hatta çarşaf giyen hanımlarda da bir tarz havası görebiliyorum. Gözlere makyaj yaparak çarşaflı olduğu halde çok daha çekici olmayı başarabiliyor. Hanım kardeşlerim kendilerini sorgulamalılar iffet ve namusunu koruma noktasında neredeyim? Farzı ve sünnetti ne kadar uygulaya biliyorum? Allah Rasulu'nun hanımları ve kızlarının ahlak ve yaşam tarzlarını öğrenip kendilerine çeki düzen vermeliler..

Takva ile fetva arasında gidip gelmek de doğru değildir.Düşünün bir hanım canı istiyor çarşaf giyiyor sonra çıkarıp, nasıl olsa dinden çıkmıyorum diyerek fetvaya uygun pardesüya dönüş yapıyor buda dengesizlik ve edepsizliktir. Çarşaf Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hanımlarının, kızlarının ve tüm sahabe hanımlarının örtüsüdür. Bende çarşaflı biri olarak şunu ilave etmek istiyorum.
Çarşaflı olmak benim için daha dikkatli olmak gerektiğini ve taşıdığımız ayetin hakkını vermek gerektiğini düşündürüyor. Güzel ahlaklı, namuslu ve iffetli olmak gerekiyor. Bu aslında tüm müminlerin böyle olması gerekirken çok üzülerek belirteyim kadını da erkeği de namus ve iffet kavramından takvadan uzaklaşmaya başladı.
Okullarda, iş yerlerinde, çarşıda pazarda ya da karşı cinsle kurabileceğimiz tüm diyaloglarda; bakışlarımız ses tonumuzla gülüşlerimizle örtümüzün ya da daha doğru bir kelime olan TAKVA'nın hakkını maalesef veremiyoruz. Öyle açıklar var örtülü hanım ve erkeklerden daha iffetli ve namuslular ama öyle kapalılar var yüz karası.
Ahir zaman ümmetiyiz namusun ve takvanın kimde olduğu belli değil!

Peygamberimiz Efendimiz (sav) gibi ümmete dua edelim erkek kadın fark etmez iffet, namus,edep ve takva cümlemize gerek..
Allah rızası için bu yazıyı okuyan kardeşlerim üç ihlas bir fatiha Sevgili peygamber Efendimiz (Sav) ve ehli beytine silsilei saadata sonrada bu aciz fakire gönderirse çok mutlu olurum..
Allah (cc) cümlemizden hoşnut ve razı olsun amiiiin..
Emine Kaya 28.09.2018
saat:22:38

Akıl-Nakil Dengesi Ebu Hanife Münazaraları

$
0
0

Akıl-Nakil Dengesi


Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi”, diye sorar?
Ebû Hanife
  • ”Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a,
  • “Aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver” der.
  • Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
  • Kadın.
  • Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
  • Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
  • Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
  • Namaz mı oruç mu daha üstündür?
  • Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.
  • İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?
  • İdrar.
  • Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim.
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebu Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, Onu alnından öperek kutlar.[ref]Hafızu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâkibu Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Beyrut, 1981, II, 221-222.[/ref]

Bakara Suresi ilk beş ayetin kırık meali

$
0
0

الم ﴿1ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ﴿2الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿3وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿4أُولَٰئِكَ عَلَىٰ هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ﴿5

Meali: 1. (Elif, Lâm, Mîm.)



2. İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.

3. Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.

4. Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.

5. Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir. (Bakara 1-5)


Bakara suresi Medine’de nazil olmuştur. 287 ayet, 6120 kelime, 25500 harften müteşekkildir. Böyle olmakla Kur'an-ı Kerimde bulunan en uzun suredir. En kısa sure ise Kevser suresidir. En uzun ayet yine bakara suresi içerisinde bulunan 282. Ayet, deyn yani borç ayetidir. En kısa ayeti ise وَالْفَجْرِveوَالضُّحَىٰayetleridir.
Bakara suresinin surelerin en büyüğü olmasındaki hikmet,



bakara suresinde, hükümler tafsilatı ile açıklanıp, darbı meseller verilip, hüccet ve deliller getirildiği içindir. Hiçbir sure bakara suresinin şamil olduklarına şamil değildir. Bu nedenle usulü tefsir alimleri tarafından bakara suresine “…………………………..……” “Kur'an'ı kerimin çadırı” denilmiştir.



İbn-i arabi hazretleri “ahkamül Kur'an” isimli kitabında şöyle demiştir; “bazı şeyhlerimden, hocalarımdan işittim, üstadım şöyle diyordu; bakara suresinde bin emir, bin nehiy (haram-yasak), bin hüküm (hikmet) ve bin haber vardır. Bakara suresi çok ve büyük fıkhi mevzuları içerdiği için, Abdullah ibn-i Ömer hazretleri tam sekiz yılını bu surenin tefsirini tahsil ve talimiyle geçirdi.”




İmam Fahreddin razi hazretleri tefsiri kebirinde şöyle buyurmaktadır: “bil ki, bazı vakitler, dilimin üzerinde şöyle bir kelime geçti; “muhakkak bu kerim surenin faidelerinden ve inceliklerinden onbin mesele istinbat etmek (inceleyip çıkarmak) mümkündür.” (ruhul beyan tefsiri 1/118)




İşte böylesine muazzam bir sure olan bakara suresinin ilk beş ayetinden bahs etmeye çalışacağız, Cenab-ı Hakk aklen ve ruhen anlamaı ve mucibi ile amel edebilmeyi nasip eylesin.




الم bakara suresini ilk ayeti hurufu mukatta diye isimlendirilen الم harfleridir. Bu harflerin bi zatihi kendisinde ve bu harfler ile başlanmasında pek çok esrarı ilahi mevcuttur.



Ebu Bekr-i Sıddik buyuruyor ki; “her kitabın bir sırrı vardır. Allah’ın kur’an’da ki sırrı da bu, surelerin başında bulunan harflerdir.” (mevızei hasene 544)




Bu harfler ile yani Kur’an-ı Kerimin müteşabih harfleri ile başlamasının sebeplerinden biri ukala (akıl sahiplerinin) ve hikmet sahiplerinin mertebelerinin bilinmesi içindir. Akıl ve hikmet sahibi kimseler bununla acziyetlerini itiraf etsinler, bundan ibret alsınlar ve Kur'an-ı Kerimin ayetlerinin üzerinde düşünsünler diyedir.





İlim sahipleri, surelerin başındaki sure açan bu değerli harflerle ilgili murat-ı ilahinin ne olduğu hakkında çok konuşmuşlardır.



1- Denildi ki; müteşabih harfler gizli ilimlerden ve kapalı sırlardandır. Yani Cenab-ı Allah’ın ilmini ve manasını kendisine ayırdığı müteşabihlerdir. O Kur’an-ı Kerimin sırrıdır. Biz bunların zahirine iman eder ve onları bilmeyi Allah’a havale ederiz. Bunların kur ’anı kerimde zikredilmesinin faydası onlara iman edilmeyi istemektir.



الم derken ا (elif) ……. (Allah), ل (lam) …….. (latif –kullarına lütfeden), م (mim) ……. (mecid) demektir. O zaman kelimeler ……. (enallahül latifül mecid) diye “ben Allah azimüşşanım, latif ve mecidim” diye te’vil edilir.



Kur’an-ı Kerimde geçen pek çok surenin başında hurufu mukatta vardır. –elif lam ra- kef ha ya ayn sad- kaf- gibi pek çok yerde Cenab-ı Hakk hurufu mukatta ile hitap etmiştir.



..… elif lam ra kavli şerifi ………………………... Ben azimüşşan Allah’ım ve görüyorum demektir.



….. kef ha ya ayn sad …. Ben azimüşşan, kerim (çok ikram eden), hâdi (hidayet veren) , alim (her şeyi hakkıyla bilen), sadık (vadinde doğru olanım) demektir.



İne Cenab-ı hakkın kavli şerifi olan ….… kaf Allah’ın …… kadir (gücü yeten, takdir eden) ve ….. kahir (kahreden) olduğuna işarettir.



….… nun Cenab-ı Allah’ın ….. nur (aydınlatıcı, nurlandıran) ve …… nasır (yardım edici) olduğuna işarettir.



Bunların her biri Cenab-ı Hakkın bir ismi şerifinden alınmadır. Araplarda, bazı harfler ile iktifa etmek (yetinmek) bir alışkanlıktır.



Cenab-ı Hakk’ta buna uygun bir dille kur’an-ı Kerimi inzal etmiştir.



2- Yine denildi ki; kur’an-ı Kerimde pekçok surenin başında zikredilen bu harfler, kur’an-ı Kerimin normal harflerden telif edildiğine delalet etmesi içindir. O harflerde …. Elif ba harfleridir.



Elif lam mim, ve diğer mukatta harfler, iki sevgilinin arasında, harfler ile konulmuş ve ikisinden başkasının muttali olup anlayamayacağı muamma birer şifre kabilindendir. Gerçekten bu şifreyi Cenab-ı Allah, hiçbir nebiyyi mürselin ve mukarreb yani Allah’a yakın olan meleğin güç yetiremeyeceği vakitte peygamber efendimiz ile beraber olduğu zaman koymuştur. Cebrail as ve başkasının esrar ve hakiatine ulaşamayacağı şifrelerle, Cebrail as’ın lisanı ile konuşmak için bu harfleri vazettmiş, koymuştur. Nitekim;



Cebail as …… kef ha ya ayn sad ayeti kerimesini getirip ….kef dediğinde efendimiz Hz. …… bildim dedi. …. Ha dediği zaman, efendimiz hazretleri ………….. Bildim dedi. Cebrail as … ya dediği zaman efendimiz Hz. ….. bildim dedi. Cebrail ….. ayn dediği zaman efendimiz haz ………… bildim dedi. Cebrail as … sad dediği zaman, efendimiz Hz. ……………. Bildim dedi. Cebrail as efendimiz hazretlerine;



……………………….….. benim bilmediklerimi sen nasıl bildin diye sordu. (ruhul beyan tefsiri 1/121)



İbn-i abbas ra buyuruyor ki; “elif Allah, lam Cebrail as, mim de Muhammed demektir.” Yani Allah, Cebrail as vasıtası ile kitabı Kur’an-ı Kerimi Muhammed as’a indirdi. Demektir.



Yine bazı alimler; “bu harfler kula; namazda elif gibi dikilmesini, lam gibi eğilip rukü yapmasını ve mim gibi secdede toplanmasını tembih ediyor” buyurmuşlardır. (mevızei hasene 544)



Bazı arifler demişlerdir ki; mukatta harfleri hakkında söylenilen bütün sözler, nazari ve itibaridir. Nazari sözler, söyleyenin tahminidir, gerçek değildir ancak, Cenab-ı Allah’ın bu ayetlerde ki maksadını kendisine keşifle bildirdiği kişiler hariç.” (ruhul beyan tefsiri1/123)



Cenab-ı Hakk Musa as’a tevratı indirdiğinde, Tevrat bin sure, her surede bin ayet idi. Musa as şöyle niyaz etti: “ya rabbi! Bu kitabı okumaya ve ezberlemeye kim güç getirebilir.” Cenab-ı Allah:


- Ben bundan daha büyük bir kitap indireceğim! Dedi. Musa as;

- Ya rabbi kimin üzerine indireceksin? Allah cc

- Peygamberlerin sonuncusunun üzerine, buyurdu. Musa as

- Ya rabbi! Onun ümmeti nasıl okuyacaklar? Ömürleri kısadır. Ded, Cenab-ı Hakk

- Ben o kitabı onlara kolaylaştıracağım. Hatta sabileri (küçük çocukları) bile onu okuyacaklar. Buyurdu. Musa as

- Ya rabbi bunu nasıl yapacaksın? Diye sordu. Cenab-ı Hakk:

Ben gökten 103 kitap indirdim.
50’si Şit’e, 30’u İdris’e, 20’si ibrahim’e, Tavrat’ı sana, Zebur’u Davud’a, İncil’i İsa’ya, Kur’an-ı Kerim’i Muhammed mustafa’ya indireceğim. Kur’an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki; bütün kainatı bu kitapta zikrettim. Bütün bu kitapların manalarını Muhammed’in kitabında zikredeceğim ve hepsini 114 yüzondört surede toplayacağım. Bu sureleri otuz cüz kılacağım. Cüzler yedinin yedisinde olacaktır. Yedinin manası fatihanın yedi ayetinde olacaktır. Sonra manaları yedi harfte olacaktır. O yedi harf ………..(bismillahi) Allah’ın adı iledir, harfleridir. sonra bütün bunların hepsi الم elif lam mim’in elifinde olacaktır. Sonra bakara suresini açar ve elif lam mim derim.”



Cenab-ı Hakk tevratta böyle zikredip vadetti. Sonra onu Muhammed mustafa hazretlerine indirdiğinde, Yahudiler bunun o kitap olmasına karşı çıktılar. Onun için Cenab-ı Hakk
ذَٰلِكَ الْكِتَابُişte o kitap buyurdu.

لَا رَيْبَ فِيهِ  Kur’an-ı Kerim’de şüphe yoktur. Muhakkak Kerim’in kendisi tarafından indirildiğinden yani Hz. Allah tarafından indirildiğinden şüpheye mahal yoktur. İnsanlar onun hakkında şüpheye kapılsalar da kapılmasalar da Kur’an-ı Kerim hakkdır.

-----

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ müttekıler için hidayettir. Müttekıler için yani delalette iken takva ile müşerref olup, takva üzerinde daimi olan kişiler için hidayettir yani irşad eden yol gösteren ve her şeyi açıklayan büyük bir beyandır.



Bu Kur’an-ı Kerim’e bakan mü’min, kafir herkese şamildir. Bu itibar ile Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim hakkında:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَKur’an-ı Kerim insanlara hidayettir, buyurdu. Yani bütün insanlara hidayet kaynağıdır. Yani Kur’an-ı Kerim bütün insalığa geldi ama hususi olarak, takva ehline hidayet ve yol göstericidir.



Birçok insanın hidayeti bulamaması onu, Kur’an-ı Kerim’i hidayet kaynağı olmaktan çıkartmaz. Güneş güneştir, körler onu görmese bile. Bal baldır, ağzının tadı bozulanlar, balın tadını hissetmeseler bile. Misk misktir, her ne kadar koku alma duygusu kaybolmuş kimseler, miskin kokusunu duymasalar bile.



Öyleyse Kur’an-ı Kerim hidayete ulaşmak isteyen kimseler için hidayet vesilesidir. Hidayeti arzu edenler için Kur’an-ı Kerim lezzeti bol olan bal, kokusu doyumsuz olan misk, sıcak ve aydınlığı çok olan güneş gibidir. Hatta onlardan daha da çok üstündür.

لِلْمُتَّقِينmüttekı kelimesinin anlamı, koruyucudur. İttika kelimesinden alınmadır. İttika ise iki şey arasındaki sur, duvar gibi engele denir. Yani mütteki insan, sanki Allah’ın emirlerine sarılmayı ve yasaklarından kaçmayı, kendisiyle, cehennem azabı arasında bir siper olarak koymaktadır. Yani takva sahibidir.

Takva; şer’i şerifin örfünde, kişinin ahirette kendisine zarar verecek şeylerden tam, mükemmel bir şekilde korunmasından ibarettir. Takvanın üç mertebesi vardır.

Birincisi; küfürden kaçarak; yani imana girmekle, insanın ebedi azaptan korunmasıdır.

İkincisi; yani günah olan bütün fiilleri terk etmektir. Hatta topluluğun yanında küçük günahları bile terk etmektir. İşte şer-i şerifte takva olarak bilinen budur.

Üçüncüsü; sırrını, içini, kendisini Cenab-ı Hakk ile olmaktan meşgul edecek şeylerden, uzaklaşarak külliyen, tamamen Allah’a yönelmektir.



Herşeyi açıklayan Mübin olan kitabın, Ku’an-ı Kerimin hidayeti bu mertebelerin hepsine şamildir.



Peki acaba biz ne derecedeyiz. Acaba takvanın hangi mertebesine ulaştık.



Umumun yani sıradan insanların hidayeti islam iledir. Demek ki biz takvanın birinci mertebesine Cenab-ı Hakk’a iman etmek sureti ile ulaştık. Elhamdülillah. Umum sınıfından çıkıp havas sınıfına dahil olduk yani hususi insanlardan olduk.



Havassın yani seçkinleri hidayeti, yakıniyyet tam bir iman ve ihsan iledir. Acaba bu mertebeye ulaşabildik mi, imanımız kamil bir dereceye ulaşabildi mi, günah olan bütün fiillerden kaçınıyor, hatta küçük günahları bile terk etmeye çalışabiliyor muyuz? İşte bunun için nefsimizi muhasebeye çekmemiz gerekir. Ve bu mertebeye ulaşınca da ehass olur ki;



Ehassın yani en seçkinlerin hidayeti, hicabın keşfi yani gözlerinden perdelerin kalkması ve herşeyi olduğu gibi görmekledir. Bu takvanın en üst mertebesidir. Evliyaullahın mertebesi budur.



İşte Müslümanın ulaşması gereken takva derecesi budur.



Beyazıt-ı Bestâmi hazretleri, Hemedân taraflarında, ustur otunun tohumlarından satın almıştı. Bestâma vardığında tohumların içinde iki karınca gördü. O tohumlar ile birlikte yine Hemedân’a döndü. O iki karıncayı Hemedân’da bıraktı.



Yine imam-ı Azam Hz. Alacaklı olduğu kişinin ağaçlarının gölgesinde oturmazdı. Çünkü haberde kendisinden faydalanılan her borç faizdir denilmiştir. İmamı Azam Hz.’de bu hususa dikkat ederek, gölgeye bile dikkat göstermiştir.



Eba yezid hazretleri, sahrada arkadaşıyla beraber elbiselerini yıkadılar. Arkadaşı kendisine;



- Üzüm bağı duvarına asalım dedi. O:

- Duvarlarına kazık çakamayız dedi. Arkadaşı:

- Şu ağaca asalım dedi. O:

- Dalları kırabiliriz, olmaz dedi. Arkadaşı:

- Yere serelim dedi. O:

- Yer davarların, hayvanların otlağıdır. Hayvanların otlaklarını örtüp haklarına tecavüz edemeyiz. Dedi. Arkadaşı: peki elbiselerimizi nasıl kurutacağız diye sordu. O:


- Sırtımızda kurutacağız dedi ve öyle etti. Elbiselerini kendi sırtına serdi. Rükûa varır gibi durdu. Elbisenin bir tarafı kuruyunca diğer tarafını çevirdi. Diğer tarafı kuruyuncaya kadar öylece kaldı.

Peki, bu mertebeye nasıl ulaşacağız? Ehli takva takva sahibi nasıl bir kimse olmalıdır? Cenab-ı Hakk surenin devamında takva sahibi kimseleri açıklıyor, buyuruyor ki;

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِonlar yani takva sahipleri ki gayba inanırlar.



İman, kalp ile tasdik etmektir. Tasdik olunan Cenab-ı Allah, tasdik eden kulunu güven ve emniyete kavuşturur. Yani onu yalandan emin kılar, fiili olarak onun nefsini azaptan korur.



“el-kevâşi’de şöyle dedi: şeriat’ta iman, kalp ile itikad, dil ile ikrar ve azalar ile amel etmektir. İslam, hudû yani boyun eğmek ve teslim olmaktır. Her iman islamdır, ama her islam iman değildir. İslam ile beraber kalben tasdik olmadığı zaman, adam zahiren yani görünüşte Müslüman olur; içten tasdik etmemiş olur. Zahiri teslimiyyet olmadan da, içten tasdik etmiş olmaz.



Mevlana Ebus-Suud hazretleri, tefsirinde şöyle dedi: şer-i şerifte; peygamberimiz hazretlerinin dininden, tevhid, peygamberlik, ölümden sonra dirilme, ahirette ceza ve benzerleri gibi; bilinmesi zaruri olan şeyleri tasdik etmeden iman tahakkuk etmez, gerçekleşmez.



İmanın alametleri ise 3 şeydir;



(1) Hakiki bir itikad, inanç, (2) imanı dil ile ikrar etmek ve (3) icabıyla amel etmektir.



Ömer bin el Hattab hazretlerinin (Hz. Ömer efendimizin) şöyle dediği rivayet edilmiştir;



“Biz bir ara Rasûlullah hazretlerinin yanında oturuyorduk. Yanımıza elbisesi gayet beyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk eseri görünmeyen ve bizden kimsenin kendisini tanımadığı bir adam çıkageldi. Nihayet efendimiz sav hazretlerinin önünde oturdu. İki dizini efendimiz hazretlerinin dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üzerine koyup oturdu. Ve:



- Ya Muhammed! Bana İslam'dan haber ver, İslam'ı anlat, dedi. Rasûlullah hazretleri:



- İslam: senin Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasulu olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beyti (Kabe’yi ziyaret ve) haccetmendir, buyurdu. O kişi

- Doğru söyledin. Dedi. Haz Ömer diyor ki;

- Biz onun sualine ve tasdikine hayret ettik. O kişi sonra:

- İman nedir? Dedi. Rasulullah sav

- İman: senin, onu görür gibi, Allah’a ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da muhakkak Allah seni görüyor, dedi. O;

- Doğru söyledin, dedi. Sonra

- Bana kıyametin saat ve vaktinden haber ver, dedi, Rasulullah sav:

- Bu hususta sorulan (peygamber efendimiz), sorandan daha alim değildir, buyurdu. O:

- Doğru söyledin, dedi. Sonra:

- Bana kıyametin işaretlerinden haber ver? Dedi. Rasulullah sav Hz.

- Cariyenin sahibesini doğurması, yalın ayak, çıplak ve koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarıştıklarını görmekliğindir, dedi. O:

- Doğru söyledin, dedi. Sonra ayrıldı gitti. Bir zaman sonra rasulullah bana buyurdular ki;

- Ya Ömer o adamın kim olduğunu bildin mi? Ben:

- Allah ve rasulu daha iyi bilirler, dedim. Efendimiz hazretleri:

- O Cebrail aleyhisselam idi. Size dininizin emirlerini öğretmek için geldi. Cebrail, hep benim kendisini tanıdığım surette gelirdi, ancak bu sureti hariç, buyurdular.

Demek ki iman, sadece Allah’ı ve peygamber efendimizi inanarak tasdik etmekten ibaret değil, bu tasdik ile birlikte, aynen görürmüşçesine, aşk ve şevkle, ihlas ile Cenab-ı hakka ibadet etmek, peygamber efendimizin sünnetlerini işleyerek, yolundan ilerlemektir. Diğer bir tabir ile sadece kâl ile yani söz ile iman ettim demek değil, hal ve harekâtına, ameline de inancını yansıtmakla olur. Ancak böyle olduğu zaman kul tam manası ile iman etmiş, imanı kamile ulaşmış olur.

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَo takva sahipleri namazı ikame ederler, namaz kılarlar.

 الصَّلَاةَ kelimesinin bir manası namaz olduğu gibi, başka manaları da vardır.

Dua manasına gelir.

Sena, övgü manasınadır.

Kıraat yani okuma manasına gelir.

Rahmet manasına gelir.
Bu kadar manayı ihtiva eden
الصَّلَاةَkelimesi ile namazın isimlendirilmesinin sebebi ise;

Namazın kıyamında kıraat yani okuma, ka’delerinde yani oturuşlarında sena ve dua olduğu ve namazı kılan kimseye rahmet olduğu içindir.

Bu ayette beş vakit namaz murat edilmektedir. Namazı ikamet etmek: ona devam etmektir.

İşte içerisinde bu muazzam manaları saklayan namaza dikkat etmek, devam etmek lazımdır. Ancak devam ederken tadili erkana riayet ederek, en güzel surette kılmaya özen göstermelidir.

İbrahim en nehai hazretleri şöyle dedi: bir adamın rüku ve secdelerini hafif tuttuğunu, yani tadili erkana riayet etmeden namaz kıldığını görürsen onun ailesine acı. Yani o kimsenin geçim sıkıntısından dolayı ailesine acıyın.

Demek ki namazda tadili erkana riayet etmemek geçim sıkıntısına sebebiyet vermektedir. Öyle ise namazı nasıl kılmak lazım, bakınız;

Zahit Hatem bir gün, Ali Asım bin Yusuf’un huzuruna vardı. Asım ona dedi ki;

-          Ey Hatem! Namazı güzel kılıyor musun? Hatem:

-          Evet, dedi. Asım;

-          Nasıl kılıyorsun? Diye sordu. Hatem:

-          Namaz vakti yaklaştığı zaman, abdestimi güzelce alırım. Sonra namaz kılacağım yere yerleşirim. Hatta bütün uzvum, bende karar bulur. İki kaşımın arasında Kâbe’yi görürüm. Makamım yani kabrim önümde, Cenab-ı Allah üzerimde ve kabrimde olanları bilmektedir. Sanki ayaklarım sırat köprüsünün üzerindedir. Cennet sağımda, cehennem solumdadır. Ölüm meleği Azrail aleyhisselam arkamda durmaktadır.

Bu namazı son namazım olarak zann ve kabul edip “Allahu Ekber” diyerek ihsan ile yani Cenab-ı Allah’ı görür gibi, tekbir alırım. Kıraatı yani fatiha ve zammı sureleri tefekkür ile yani manalarını düşünerek okurum. Tevazu ile rükûa eğilirim. Tazarru ile secde ederim. Sonra namazı tamamladığımda otururum.  Ümitle teşehhüdü okurum. Dil üzerine selam veririm, sonra ihlas için selam veririm. Böylece korku ve ümit arasında namazımı kılarım. Sonra sabra dayanırım.

Sonra Asım sordu:

-          Ey Hatem! Senin namazın hep böyle mi? Hatem:

-          Ta otuz (30) yıldan beri namazım bu şekildedir, dedi. Asım ağlamaya başladı. Ve:

-          Ben hayatımda asla böyle bir namaz kılmadım, dedi.

Peki şimdi düşününce acaba bizler Hz. Hatem gibi bir rekat namaz kılabildik mi? Kimimiz on kimimiz 20 kimimiz 30 yıldır acizhane namaz kılıyoruz ancak kıldığımız namazlardan bir tanesi bu kadar ihlaslı bu kadar takvalı olabildi mi? Ya da Hz. Asım gibi bu namazı dinlerken, kendi gafletimizden pişmanlık duyarak gözümüzden bir damla yaş akıtabildik mi?

İşte Cenab-ı hakkın ayeti kerimede takva sahiplerinin özellikleri olarak haber verdiği namaz ibadetinin asıl bu haliyle işlenmesi, yerine getirilmesi lazımdır.

Ancak farz olan namaz emri ile insanlar birkaç tabakaya ayrılırlar;

Birinci tabaka: namazı farz olarak kabul etmeyenlerdir ki; bunların reisleri Ebu cehildir. Akıbetleri ise; sekar cehennemidir (müdessir suresi 42-43-44-45-46)

İkinci tabaka: namazın Allah’ın emri olduğunu kabul edip namaz kılmayanlardır. Bunlar kitap ehli olanlar yani Yahudi ve Hristiyanlardır. Akıbetleri ise; cehnnemdeki gayya vadisidir. (Meryem suresi 59) Gayya cehennemde bir dereke yani çukurdur. Cehennemin en korkunç ve ürkütücü yeridir. Her gün cehennem ehli defalarca ondan kurtulmak isterler.

Üçüncü tabaka: bazı namazlarını kılarlar bazı vakitleri tembellikten dolayı kılmayanlardır. Bunlar münafıklardır. Münafıkların varacakları yer cehennemin veyl vadisidir. (nisa suresi 145) cehnnemin veyl vadisi vardır. Veyl, dünyanın bütün dağları içine konsa bile onu tıkamaz yani yine akar.

Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur;

“kim bir namazı vakti geçesiye kadar terkederse (kazaya bırakırsa), cehennem ateşinde, bir hukub azap olunur. Biri hukub seksen yıldır. Her yıl 360 gündür. Ahiretin her günü sizin günlerinizle bin sene kadar uzundur.  (mektubatı imamı rabbani c1 sf 274)

Alimler dediler ki; namazı geciktirip vaktinde kılmamak büyük günahlardandır. Büyük günahların küçüğü, denildiği gibi, 70 kere annesiyle zina etmiş gibidir.

Dördüncü tabaka: namazın farz olduğunu kabul edip, şartlarıyla vakitlerinde kılmaya riayet ettiler.

Bunların reisi Muhammed Mustafa’dır s.a.v. Bunların akıbeti ise Firdevs cennetidir. Firdevs, cennetin en yüksek ve en kıymetli yeridir. Orada mü’minler, arzularının son mertebesine kavuşup, Rabblerini görürler.

Hukema yani hikmet ehli şöyle dediler: “yıldız ol. Eğer buna gücün yetmiyorsa, ay ol. Eğer buna da gücün yetmiyorsa güneş ol. Yani bütün geceyi aydınlatan yıldız gibi, bütün geceyi namaz kılarak geçir. Ya gecenin bazısını aydınlatan ay gibi, sen de gecenin bir kısmını ibadetle geçir. Veya gündüzleri aydınlatan güneş gibi sen de geceleyin namaz kılamıyorsan, bari gündüzleri namaz kıl, demektir.

Mükatil hazretleri dedi ki: efendimiz hazretleri Mekke'de iken, akşam vaktinde iki rekat, sabah namazı vaktinde iki rekat namaz kılardı. Miraca çıktığı zaman beş vakit namaz kılmakla emrolundu.

Namaz miraç gecesi farz kılındı. Çünkü miraç, vakitlerin en üstünü, hallerin en şereflisi ve münacatların en izzetlisidir. Namaz da imandan sonra taatin en faziletlisidir. Böylece ibadetlerin en faziletlisi, vakitlerin en faziletlisinde farz oldu. Namaz, kulun rabbine vasıl olması, ulaşması ve ona yaklaşmasıdır.

Rasulullah s.a.v. hazretleri miraca çıktığında, semavat ve melekûtun gizliliklerine şahit oldu, seyretti. Göklerde olan meleklerin ibadetlerini gördü. Onların ibadetleri çok hoşuna gitti o ibadetlerin ümmetine de farz olmasını istedi. Cenab-ı Allah, bütün meleklerin ibadetini, beş vakit namazın içinde topladı. Zira meleklerin bir kısmı kıyamda yani ayakta durup ibadet ediyorlardı. Kimi rükûdaydı. Onlardan kimi de secde halindeydi. Kimi hamd ediyordu; kimi de tesbih okuyordu. Ve bunların dışında ibadetler de yapıyorlardı. Cenab-ı Allah, beş vakit namaz kıldıklarında gök ehlinin bütün sevablarını o yüce rasul hazretlerinin ümmetine verdi.

Çünki efendimiz hazretleri o gece yani İsrâ (miraç) gecesi, melekleri, ikişer, üçer ve dörder kanatlı şekillerde gördü. Ameller üzerine müvekkel olan melekler, ibadetlerin ruhlarıyla göğe yükselirken, Cenab-ı Allah, meleklerin bu suretlerini namazların nurunda topladı. Zira ibadet nurani bir suret ve şekil ile edilir. Bu konuda birçok işaretler vardır. Belki Cenab-ı Allah melekleri salih amellerden yaratır. Bu konuda sahih hadis-i şerifler vardır. İşte böylece Cenab-ı Allah, meleklerin kanatlarını üç mertebe üzere yarattı. Senin kendisiyle Allah’a uçacağın, Allah rızasını kazanacağın kanatlarını, namazlarını da meleklerin kanatlarına uygun olarak, iki rekat, üç rekat, dört rekat kıldı ki, melekler sana istiğfar etsinler.

Cenab-ı Hakk evvela 50 vakit olarak farz kılmış ancak peygamber efendimizin, ümmeti üzerine hafifletilmesini istemesi üzerine her vakitte 10 hasene verilmek sureti ile 50 vaktin sevabı kendisine verilmiş olur.

Namazın beş vakit olmasının başka bir hikmeti de, geçmiş ümmetlerin her biri değişik vakitlerde namaz kılıyordu. Cenab-ı Hakk dünya ve ahiretin faziletlerinin hepsini, efendimiz hazretlerinde ve onun ümmetinde topladı. Onun ümmetini de böylece ümmetlerin arasında en faziletli ümmet kıldı.

Sabah namazını ilk önce kılan Âdem aleyhisselamdır.

Öğle namazını ilk önce kılan İbrahim aleyhisselamdır.

İkindi namazını ilk önce kılan Yunus aleyhisselamdır.

Akşam namazını ilk önce kılan İsa aleyhisselamdır.

Yatsı namazını ilk önce kılan Musa aleyhisselamdır.

Beş vakit namazın bu şekilde efendimiz sav hazretlerinin ümmetinde beş vakit olarak karar kılmasının sırrı budur.

Yine bir rivayette denildi ki; Âdem as, beş vakit namazın hepsini kılıyordu. Ondan sonra peygamberlerin arasında bu beş vakit bölüştürüldü.

Vitir namazını ilk önce efendimiz sav hazretleri miraç gecesinde kıldı. Ve onun için, efendimiz sav hazretleri “rabbim bana namazı ziyade etti” buyurdular. Yani Allah, beş vakit namazdan fazla olarak vitri bana ziyade kıldı.

İlk secdeye varan Cebrail as’dır. Bundan dolayı peygamberlerin arkadaşı ve onların hizmetkarı oldu.

İlk önce ……… sübhanallah (Allah noksan sıfatlardan münezzehtir) diyerek tesbih eden Cebrail as’dır.

İlk önce …….. elhamdülillah (hamd Allah’a mahsustur) diyerek hamd eden Âdem as’dır.

İlk önce …….. la ilahe illallah (Allah’dan başka ilah yoktur) diyerek tevhit kelimesini söyleyen nuh as’dır.

İlk önce …… Allah ekber diyen İbrahim as’dır.

İlk önce ….. la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim (azim, büyük ve aliyy, yüce olan Allah’dan başka, hiçbir kuvvet ve hali değiştirecek yoktur.) diyen efendimiz sav hazretleridir.

Namazın şartlarından biri abdesttir. Abdestin her edep, sünnet ve farzında bir sır olup, taharet, maddi ve manevi temizliğe işaret eder; insan ancak abdest ile namaz kılmaya hazır olur.

Ellerini yıkamak; kişinin nefsini günahların kirinden temizlediğine ve aynı zamanda kalbin hayvani, kibir, hırs, şehvet, gadap, cimrilik ve kin gibi şeytani kötü sıfatlardan doğan kirden ve pasdan temizlemeğe işarettir.

Yüzü yıkamak; dünya sevgisinin zulmetinden kirinden, kişinin himmet ve gayretini temizlemeğe işarettir. Gerçekten dünya sevgisi bütün hataların başıdır.

Namazın şartlarından biri de “istikbal-i kıble” yani kıbleye dönmektir. İstikba-i kıblede, Hakk Teâlâ hazretlerinin rızasını istemenin dışında kalan her şeyden yüz çevirmek, rabba daha yakın olmak ve münacaatlar için rabbin huzuruna teveccüh etme ve Allah’a yönelmeye işaret vardır.

İftitah tekbiri alırken elleri kaldırmak, himmet elini yani çalışma ve gayretini, dünya ve ahiretten kaldırmaya ve bütün ibadetleri sadece Allah rızası için işlemeye işarettir.

Tekbir, Hakk Teâlâ hazretlerine tazimdir. Bu da Cenab-ı Allah’ın, kulun kalbinde ki bütün isteme, muhabbet, tazim ve izzetten daha büyük olduğuna delalet eder.

Niyetin tekbire yakın olması ise, Allah’ın rızasını aramada kulun niyetinin doğru ve sadık olduğuna işarettir.

Sağ eli sol elin üzerine koymada ve her iki eli göğsün üzerine koymada; Mâlikinin önünde kulluğun tarifini yapmak ve kalbi ma sivadan, Allah’ın gayrısındaki muhabbetten muhafazaya işarettir.

Namazda fatiha suresinin ve okunmasının vacip olması ve namazın fatihasız caiz olmaması; kulun, alemlerin rabbine, şükür, sena ve hamd ederek, gerçekten rabbinin lütuf ve ikramlarını istemeye hazırlandığına ve hidayeti istediğine işarettir.

Kıyam, rükû ve secde kulun alemi ervaha döndüğüne işaret olduğu gibi aynı zamanda kulun gayb alemindeki meskene döndüğüne işarettir; ondan geldiği gibi… insanın bu aleme taalluku, bu aleme gelmesi, bu alemle olan alakası, ilk önce nebatat, bitki, sonra hayvaniyyet ve daha sonra insanlıkla olmuştur.

Kıyam insanın özelliği, rükû hayvanın özelliği ve secde ise nebatat, bitkilerin özelliğidir.

Kul, insani tekebbürden yani büyüklük taslama düşüncesinden kurtulup; hudû ve büyük bir inkisar, kalp kırıklığı ile hayvani rükûa döner. İnsan, rükû ile hayvani sıfatlardan kurtulur. İnsan hilm ve eziyete tahammül ile kar eder. Sonra insan, hayvani rükûdan nebati secdeye döner. İnsan secde ile, bitkiliğin zilletinden ve süfliliğin aşağılığıdan kurtulur. Ebedi ve daimi olan büyük kurtuluşu içeren, huşunun kazancı ile insan kar elde eder.

Huşu, kullukta yükselmenin en mükemmel alametidir.

İşte kul, hakkı ile namaz kıldığı vakit, kullukta yükselmiş olur.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ  ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infak ederler.
İnfak malının bir kısmını farz ve nafile olarak Allah yolunda hayır yolunda sarfetmektir. Farzdan maksat zekat, nafileden maksat sadaka ve diğer hayru hasenattır.

İnfak namaza en yakın ibadettir. O namazın çok yakın ve kendisinden ayrılmayan arkadaşı kardeşi gibidir.
her şeyin zekatı kendi cinsinden olur. Enes bin malik hazretlerinden rivayet olunduğu gibi…

…… ( zekatüddari en yettehıze fiha beytün liziyafetin) ( ruhul beya 1/156)

“evin zekatı, içinde bir odayı misafir için ayırmaktır.”

Zenginlerin infakı mallarından olur. Malı ihtiyaç sahiplerinden saklamamaları ile olur.

Abidlerin zekatı, nefislerinden olur. Nefis ve hayatlarını Allah yolunda hizmetten alıkoymamakla olur.

Ariflerin zekatı, kalplerinden olur. Kalplerini murakabenin hakikatlerinden kesmezler. Yani gaflete düşmez, her an Cenab-ı Hakk ile meşgul olurlar.

Kısacası; zenginlerin infakı cepten mal çıkartmalarıdır. Fakirlerin, gönül erlerinin zekatı ise ağyarı yani Allah’tan başka her şeyi kalplerinden çıkartmaları ile olur.

-          Öyle ise gücümüz yettiğince Allah yolunda infak için uğraşmamız gerekmektedir. Var ise malımızı yok ise canımızı ortaya koyarak infakta bulunmamız gerekmektedir.

Zira ayette önce iman ayeti zikredildi. Çünkü önce iman gelir. İman kalp ile olur. Sonra namaz gelir; o da beden ile olur. Daha sonra infak gelir; o da mal ile olur. O bütün ibadetlerin toplamıdır.

İmanda kurtuluş vardır.

Namazda münacat ve yalvarma vardır.

İnfakta dereceler vardır.

İmanda beşarat vardır, müjdeler vardır. Zira zerre miktarı imanı olan kimsenin cezasını çektikten sonra cennete gireceği müjdesi vardır.

Namazda keffaret yani günahların silinmesi vardır.

İnfakta ise temizlik vardır. İnfak olunan nimeti riya kibir gibi günahlardan temizler.

İmanda şeref vardır.

Namazda yakınlık vardır.

İnfakta malın artması vardır.

Bu ayette dört şey zikredilmiştir. Takva, gayba iman, namaz, infak yani zekat ve sadaka vermek. Bu dört özellik ise hulefai raşidinin sıfatıdır. Ayeti kerimede onların faziletleri beyan olunmuştur. (Ruhul beyan tefsiri 1. Cilt)

Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:

Yüce Allah yeri yarattığı zaman, yer depreşmeye başladı; bunun üzerine dağları yarattı, onun üzerine koydu. Bundan sonra yer depreşmeden durdu.

Melekler bu işe şaşırdılar ve şöyle dediler;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında dağlardan daha güçlü bir şey var mıdır?
şöyle buyurdu;

-          Evet var, demirdir.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında demirden daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, ateştir.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında ateşten daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, sudur?

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında sudan daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, rüzgardır.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında rüzgardan daha güçlüsü var mıdır?

Şöyle buyurdu;

-          Evet var… bu, ademoğlunun verdiği bir sadakadır. Bu sadakayı sağ eli ile verirken, sol elinden gizler. İş bu sadaka, rüzgardan daha güçlüdür. (dürretül vaizin 2/127)

Götürülen sadakanın, yaratılmışlar arasında en güçlü duruma gelmesi için şartlarına uymak gereklidir.

·         Sadakanın başta gelen şartı; onu gizli tutmaktır.

Bu sebepten ötürü: geçmişte gelip geçen büyük zatlar, sadakalarını insanların gözünden saklamaya çok çok önem vermişlerdir. O kadar ki; aralarında gözü görmeyen dilenciyi arayan dahi çıkmıştır. Ta ki, kendisine kimin sadaka verdiğini bilmeye…

Yine onlardan bazısı vereceği sadakayı fakirin elbisesine uyurken iliştirmiştir.

Bazısı fakirin geçeceği yol üzerine bırakmıştır ki, geçerken oradan bulsun ve alsın…

·         İkinci şartı ise; sadaka verilen dille elle eziyet edip minnet altında bırakmamak…

·         Üçüncü şartı; sadakayı, malının en temizinden çıkarıp vermektir.

·         Dördüncü şartı; güler yüzle sevindirici bir şekilde vermektir, asık yüzle istemeye istemeye değil…

·         Beşinci şartı ise; sadakaya layık bir yer aramaktır.

Sadaka verileceği zaman, ilim sahibi Allah’tan korkan bir kimseye sadaka vermek daha yerinde olur. Zira o kimse aldığı sadaka ile, Allah’a itaatı yolunda yardım bulmuş olur.

Ya da verilecek sadaka eli darda olan salih bir kimseye verilebilir.

Peygamber efendimiz;

“sadaka sahibinin elinden çıktığı zaman, beş cümle konuşur; onlar sırası ile şöyledir;

1.       Der ki;

-          Ben küçüktüm beni büyüttün.

2.       Der ki;

-          Bundan önce sen benim bekçimdin; şimdi de ben seni bekleyeceğim.

3.       Der ki;

-          Ben düşmandım, şimdi beni dost eyledin.

4.       Der ki;

-          Ben fani idim, şimdi beni baki eyledin.

5.       Der ki;

-          Ben azdım, çoğalttın.”

Peygamber efendimiz bir hadisi şerifinde;

-          Din kardeşini doyuncaya kadar yediren, kanıncaya kadar içiren bir Müslümanı; yüce Allah, cehennemden uzak eder. Sonra onunla cehennem arasına yedi hendek açar ki; bir hendekle diğer hendek arası beş yüz senelik yoldur.

Sonra cehennem şöyle yalvarır:

‘Ya rabbi! İzin ver sana şükür secdesi edeyim; Muhammed ümmetinden birini azabımdan azad etmeyi diledin. Zira, ben, ümmetinden sadaka veren bir kimseye azab etmek için Muhammed’den utanıyordum; ne var ki, emrine de itaat etmek zorundayım.’

Bunun üzerine Cenab-ı Hakk; bir lokma ekmek, bir avuç hurma ile sadaka verenin cennete girmesi için emir verir.” Buyuruyor.

İsrailoğulları arasında çetin bir kıtlık oldu; bu kıtlık, ard arda senelerce sürdü.

Bir kadının yanında bir lokma ekmek vardı; onu yemek için ağzına koydu. Tam o sırada kapıdan bir dilenci seslendi.

-          Allah için bana bir lokma ekmek ver.

O kadın da, hemen o bir lokma ekmeği ağzından çıkardı; o dilenciye verdi.

Sonradan, odun toplamak için o kadın ormana gitti. Küçük bir oğlu vardı, onu da yanında götürdü.

Çocuğun yanından ayrıldığı bir sırada bir kurt geldi; çocuğu kapıp götürdü.

Çocuğun anası, sesi duyar duymaz geldi; durumu anlayınca kurdun peşine düştü.

Bunun üzerine Hz. Allah, Cebrail as’ı yolladı; o da gelip kurdun ağzından çocuğu çıkarıp anasına verdi. Sonra da o kadına şöyle dedi:

-          Ey Allah’ın hayır sahibi kadın kulu; verdiğin bir lokmaya karşıt bu çocuğun kurtarılmasından hoşnut musun?

Gündelik hayata çokça kullandığımız “verilmiş sadakası varmış” sözünün ne güzel bir tezahürüdür bu hadise.

Peygamber efendimiz sadaka hakkında buyuruyor ki;

“sadaka vermekte, beş önemli özellik vardır; şöyle ki;

1-      Malın uğurunu bereketini artırır.

2-      Hastaya şifa olur.

3-      Sadaka verenlerden, Allah belayı def eder.

4-      Sadaka verenler sıratı şimşek gibi geçip giderler.

5-      Sadaka verenler, hesaba çekilmeden, azaba uğramadan cennete girerler.”

Bir dölengeç (delice,doğan) kuşu Süleyman aleyhisselama gelip şöyle dedi:

-          Adamın birinin bir ağacı var; ben de onun üzerine yavruluyorum. O adam da geliyor, yuvamı bozuyor, yavrularımı atıyor.

Süleyman as ağacın sahibini çağırdı ve şöyle dedi;

-          Olmaya ki, bir daha böyle bir şey yapasın…

Daha sonra iki şeytanı çağırdı ve onlara şöyle dedi:

-          Gelecek sene, bu adam yine bu kuşun yuvasını dağıtır, yavrularını atarsa… onu tutun, ikiye ayırın, bir parçasını doğuya, bir parçasını da batıya atın.

Ertesi sene oldu; ama o adam Süleyman as’ın dediklerini unuttu. Ağaca çıkacağı zaman bir loma sadaka verdi. Sonra çıkıp o kuşun yuvasını dağıttı, yavrularını da attı.

Bunun üzerine kuş yine geldi, durumu Süleyman as’a anlattı; o ağacın sahibini şikâyet etti.

Bu şikayet üzerine, Süleyman as o iki şeytanı çağırdı; kendilerini cezalandırmak istedi. İkisine de şöyle dedi;

-          Neden size verdiğim emri yerine getirmediniz?

Şöyle dediler;

-          Ey Allah’ın halifesi, bu ağacın sahibi ağaca çıkmak istediği zaman onu yakalamak istiyoruz. Ama o, daha önce Müslüman bir kimseye bir parça ekmek sadaka veriyor.

Bundan sonra yüce Allah gökten iki meleği onun yardımına yolluyor; o melekler de tutup birimizi doğuya atıyor, birimizi batıya… o verdiği sadaka sebebi ile şerrimizi ondan uzaklaştırıyor.

Hz. Enesin rivayetine göre peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur;

“sadaka, bela çeşitlerinden yetmiş belaya engel olur; onların en küçüğü cüzam ve alaca hastalığıdır.” (dürretül vaizin 1/126-133)

 وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ  o takva ehli ki sana indirilen Kur’anı kerime başından sonuna kadar iman ederler.

وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ ve senden önce indirilene iman ederler. Yani Tevrat incil ve diğer önceki kitaplara iman ederler. Hepsine iman etmek farzı ayındır.


وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ  ve onlar yani takva ehli yakıni bir iman ile ahirete inanırlar.yani onar ahireti katıyyen bilirler.

Ahirete yakıni olarak inanmanın semeresi (meyvesi), ahirete hazırlanmaktır. Şu on vasıf sahiplerinin hala gafletten uyanmadığını ve ahirete imanının yakınini göstermediği söylendi.

Aldanan kişiler;

1-      Allah’ın kendisini yarattığına kesin inanıp; fakat kendisine (can-ü gönülden ihlas ile) ibadet etmeyen,

2-      Kendisine rızık verenin Cenab-ı Allah olduğuna kesin inanıp, bu iman ile mutmain olup huzura kavuşmayan.

3-      Dünyanın geçici olduğuna kesin inandığı halde, ona itimad eden.

4-      Varislerinin kedisinin hakiki düşmanı olduğuna inandığı halde, onlar için mal toplayan ve içinde harama bulaşıp ahiretini heder eden.

5-      Ölümün geleceğine kesin inanıp da; ölüm için hazırlanmayan.

6-      Kabrin kendisi için varılacak bir yer olduğunu bilip onu hayır ve hasenat ile tamir etmeyen.

7-      Deyyan olan haz Allah’ın kendisini hesaba çekeceğine inanıp; delil ve hüccetlerini sağlan yapmayan, yani kurtuluşuna sebep olacak hayır ve hasenat işlemeyen.

8-      Sıratı geçeceğine inanıp; günah yükünü hafifletmeyen.

9-      Cehennem ateşinin, facirlerin (kötü kişilerin) yeri olduğuna kesin olarak inanıp; ondan kaçmayan.

10-   Cennetin ebrarın yani iyilerin yurdu olduğuna inanıp; cennet için amel işlemeyenler… bunlar aldanan kişilerdir. (ruhul beyan tefsiri 1. Cilt)

Bazı alimlere tevhidden yani bir olan Allah’a iman etmekten sorulduğu zaman; “tevhid yakındır.” Demişlerdir. Yakınden sorulduğu zaman da; “ bütün mahlukatın harekat ve sekenatın Cenab-ı Hakk’ın fiili ile ve kudretiyle olduğunu bilmektir. Zira, Allah tektir, şeriki yoktur. Bunu böyle işleyen hakiki muvahid olmuş olur.” Yani hakiki imana sahip olmuş olur.

Peygamber efendimize soruldu;

“bir şahıs çok günah işliyor, fakat hakka yakınıyyeti çok kuvvetlidir. Başka bir şahsın da ibadeti çok fakat yakınıyyeti zayıftır. Bunların hangisi daha hayırlıdır?”

Pegamber efendimiz; “ çok günah işlediği halde kuvvetli yakıniyyeti olan kimse daha hayırlıdır.” Buyurdu. Çünkü o şahsın, her günah işlediğinde, azim ve yakinle Hakk’a tevbe ederek günahlarını bağışlatıp cennete girmesi mümkündür. (abdullatif 13- 15)

Ebu turab buyuruyor ki;

“bir genci gördüm. Sahrada (çölde) azıksız yürüyordu. ‘eğer bu genç yakin sahibi değilse (imanı kuvvetli değilse), helak olur.’ Dedim. Sonra kendisine yaklaştım;

-          Ey genç! Sen bu yerlerde azıksız mı yürüyorsun? Diye sordum. Genç bana;

-          Ey yaşlı! Başını kaldır, Allah’tan başka bir şey görüyor musun? Dedi. O zaman ona

-          İşte şimdi istediğin yere git. Dedim”

Öyle kuvvetli bir imana sahip ki, çölün ortasında dahi olsa rabbinin kulu ile beraber olduğunu rızkını nasip edeceğini biliyor ve diyor ki, sen Hz. Allah’tan başkasını görüyor musun, o bana yar ve yardımcıdır. (ruhul beyan 1. Cilt)


 أُولَٰئِكَ عَلَىٰ هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ   .Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.

الْمُفْلِحُون  arzuya ulaşan, arzuya nail olan demektir. Sanki kendisine zaferin bütün değişik yolları açılmıştır. Ona kapanan hiçbir yol yoktur.

Onlar cennete girmekle umduklarına nail oldular. Kıyamet gününde cehennemin ateşinden kurtuldular. Onlar için dünya ve ahirette hayır kapıları kesinleşmiştir.

Felah yani kurtuluş üç şeyde olur;

1-      Nefse karşı zaferdir. Nefse karşı zafer, nefsin heva ve hevesine uymamak; dünyanın hoş ve süslü görüntüsüne aldanıp yoldan çıkmamak ve şeytanın vesveseleri ve kötü arkadaşlar fitnesinden felah bulup yüzünün akıyla çıkıp kurtulmaktır. Nefsi emmare dünya ve şeytanın kötü imtihanlarında başarılı olmaktır. Onlara yenilmemektir.

2-      Kurtuluştur; küfürden delaletten bid’at ve cehaletten, nefsin gururu, aldatması ve şeytanın vesvesesinden, imanın gitmesinden, imanı kaybetmekten, kabrin yanlızlığından, yeniden dirilişin korkularından, sırat köprüsünde ayağının kaymasından, şiddetli sert ve haşin olan cehennem zebanilerinin kendisine musallat olmasından, cennetlerden mahrum olmaktan, kat-i nida ve ayrılıktan kurtulmasıdır.

3-      Kişinin ebedi mülkte ve sürekli olan cennet nimetlerinde baki olması, zevali olmayan sonu olmayan bir mülkü bulması, değişmeyen ve başkasına intikal etmeyen nimetlere kavuşması, ardında asla bir hüzün olmayan bir sürura sevince kavuşması, beraberinde ihtiyarlık olmayan bir gençliğin olması, beraberinde şiddet ve zorluk olmayan rahat, beraberinde hastalık olmayan sıhhat, hesabı olmayan büyük ve sonsuz bir nimet, perdesi olmayan bir kavuşmadır. Yani gerçek felah kişinin perdesiz olarak Allah’ın cemalini müşahede etmesidir.

Sultan Abdulhamid Han'ın Duası

$
0
0


“Allahım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim deSevgili (sallallahu aleyhi ve sellem)’nin yolunda yürüdüğüm için beni bu hâle getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!

Allah’ım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allah’ım! Ya Âdil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman! Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz! Bize acı! Resûlünün, Sevgilinin, Kâinatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hâle gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!

Yâ Kâdir! Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!

Ya Mabut!.. Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!.. Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!

Eğer, yılları tespih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!

Yâ Sübhan! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi ‘Milletim, milletim!’diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ ‘Ba’sü ba’de’l-mevt’siz bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasip eyle!..

Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allah’ım! Ayakta duramaz, haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?..”

Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) Şahitlik etmek

$
0
0

Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar.
Bedevi:
– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.
– Bilakis ben onu senden satın aldım.
– Aldığına dair şahit getir.
Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.
Huzeyme:
– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [ref]Ebu Davud, Kada, 3604.[/ref]
– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[ref]İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.[/ref]
Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.

Bu Sûreye Fatiha Adı Verilmesinin Sebebi

$
0
0


Bu sûreye "Fâtihatü'I-kitab" (Kur'ân-ı Kerimi açan sûre) adı­nın verilmesinin sebebleri

Bu Sûreye Fatiha Adı Verilmesinin Sebebi

1- Mushâfi şerîf eğitimi, Kur'ân-ı kerimin okunması ve namazın kendisiyle başlanılmasıdır.

2- Çünkü, hamd, her kelâmı, açandır.

3- Fatiha ilk nazil olan sûredir.

4- Fâtiha-i şerîfe, Levh-i mahfuzda ilk yazılan şeydir.

5- Dünyâda bütün maksatların, ukbâda cennetlerin kapıla­rının anahtarı, Fâtiha-i şerîfedir.

6- Kitabullah'ın esrarının hazinelerinin kapıları, besmeleyle açılır olmasındandır. Çünkü Fâtiha-i şerîfe, hitabetin letafetle­rinin (ve güzelliklerinin) hazinesidir. Fâtiha-i şerîfenin incelikleri sebebiyle "Beyan[2] ehline, tüm Kur'ân-ı Kerim anlaşılır hale gelir. Çünkü Fâtiha-i şerîfe'nin manâlarını anlayanlar, onunla müteşa-bihâtın (manâsı açık anlaşılmayanların) kilitlerini açarlar. Kur'ân-ı Kerimin âyetlerinin nurlarını Fatih-i şerîfeyle iktibas edebilirler. [3]

Kaynak:
[2] Beyan ilmi Hakikat mecaz kinaye ve istiareden ve edebi sanatları anlatan belegat
[3]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/45-46.

Fatiha Sûresine Ümmü'l-Kur'ân Denilmesinin Sebebi

$
0
0

Fatiha Sûresine Ümmü'l-Kur'ân Denilmesinin Sebebi




Fatiha Sûresine, "Ümmü'l-Kur'ân" adı da verilmiştir. Bir şeyin ümmü, onun aslı demektir. Kur'an-ı Kerimin tamamının maksadı, dört emri ikrar etmektir.

1 -Uluhiyyeti ikrar,

2 -Nübüvveti- peygamberliği ikrar.

3 -Meâdı, ahireti ikrar,

4 -Kaza ve kaderi isbât etmektir.

Cenâb-ı Allah'ın, Fâtiha-i şerîfedeki,

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. O, Rahman ve Rahimdir. Sözleri, uluhiyete delâlet eder.

 (Allah), Ceza gününün mâlikidir. Âyet-i kerimesi, kıyamet ve ahiretin varlığına delâlet eder.

 (Ey Rabbimiz!) Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Âyeti- kerimesi de Cebriliği ve Kaderiliği reddederek, her şeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu ispat etmektedir.[4]

 


kaynak [4]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/46.

Fatiha Sûresine Seb ül-Mesânî Denilmesinin Sebebi

$
0
0

Fatiha Sûresine Seb ül-Mesânî Denilmesinin Sebebi


1- Fatiha sûresinin âyetlerinin sayısı yedi olduğu için bu sûreye "Seb'ul Mesânî" adı da verildi.
 Beyan ilmi: Hakikat, mecaz, kinaye ve istiareden yg edebî sanatları anlatan belagat (gazel konuşma ve güzel yazma) ilmidir,
2 - Fatiha sûresinin her bir âyeti Kur'ân-ı Kerimin yedide biri makamına geçerli olduğu içindir. Kim Fatiha sûresinin hepsini okursa, kendisine tüm Kur'ân-ı kerimi okumuş sevabı verilir.
3 -Kim ağzını, yedi âyet olan Fatiha sûresini okumak için açarsa, Cenâb-ı Allah, ona Cehennemin yedi kapısını kapattığı için bu ad verilmiştir.
Bütün bunlar, Seb'u (yedi) diye isimlendirilmesinin yönleridir. Amma "mesânî" diye isimlendirilmesinin sebebi ise, her namaz veya her rek'at, diğerine nisbetle ikinci (namaz ve rek'at) kabul edilmesindendir. Her rekatta hükmî veya hakîkî olarak çift olmasındandır. Veya Mekke ve Medine'de (iki değişik yerde) iki kere inmesindendir.
Ayrıca Fatiha sûresine, "Sûretü's-Salat, Sûretü'ş-Şifâ, Şafiyye, Esâsü'l-Kurân, Kâfîyye, Vafiyye, Sûretü'1-hamd, Sûretü'ş-Şükr, duaya şâmil olduğu için Sûretü'd-dua ve Sûretül-kenz denilmiştir.
Rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Allah, Hadîs-i kudsîde şöyle buyurdu: Fâtihatü'l-kitab (Fatiha sûresi) arşımın hazinelerinden bir hazinedir."
Hamd Allah'a mahsusdur. kelimesinin başındaki lam-ı tarif "and" içindir. Mükemmel hamd demektir. O da, Cenâb-ı Allah'ın bizzat kendini övmesi, peygamberlerin Allah'a hamdetmeleri, velayet ehlinin kâmil olan hamdleri veya umumî hamdidir.
Veya kelimesinin başındaki lam-ı tarif, istiğrak içindir. Manâsı: Bütün hamd ve senalar, aslında mahmud (övülen) Allah içindir. Cenâb-ı Allah:
"O'nu, yedi sema ile arz ve bütün bunlardaki zev'il-ukûl her şey teşbih eder ve hatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamdiyle teşbih etmesin ve lâkin siz onların teşbihlerini iyi anlamazsınız! O cidden halîm-gafûr bulunuyor."[5]Âyet-i kerimesinde beyan ettiği gibi, Meleklerin, beşerin ve onların gayrisinde bütün varlıkların, hamdi, asıi olarak hamd, adalet olarak medhü-senâ ve hakikaten ma'budluk Allah'a mahsustur,[6]

 

Hamd'in Çeşitleri


Tasavvuf ehline göre hamd, mahmud'un (övülmeye layık olan zatın) kemâlini izhâr etmektir. Allâh'ü Teâlâ'nin kemâli, O'nun sıfatları, ef âli ve eserleridir.
Şeyh Davud Kayserî hazretleri[7] dedi ki: "Hamd, kavlî (sözle olur) fiilî (sadece iş ve hareketler ile olur) ve hâlî (yaşamak ile) olur.
Kavlî (sözle) hamd: Cenâb-i Allah'ın, peygamberleri (a.s.)'ın dilleri üzerine, kendi nefsini övdüğü şeylerle kişinin, lisanı ile Allah'a hamdü sena etmesidir
Fiilî hamd: Kişinin beden ile yapılan ibâdetleri yapmasıdır, ve kerim olan Allah'a yönelerek, kişinin Allah rızası için hayır işlemesidir. Çünkü dil ile hamdetmek insanın üzerine vacip oldu­ğu gibi, her uzvu (organı) hasebiyle belki her insanın her uzvunun üzerine hamdetmek vâcibtir. Her durumda Allah'a şükretmek gibi.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri "Her durumda Allah'a hamd olsun"[8] buyurdukları gibi. Bu da ancak, her uzvun yaratılmış olduğu gayede kullanılmasıyla mümkün olur. Meşru bir şekilde Allah'a kullukta nefsin haz alması ve memnun olmasını istemek değil; Allah'ın emirlerine sarılmak ve boyun eğmek için yapılan işlerle hamd olunur.
Hâlî hamd: Kalb ve ruh'un derecesine göredir. Kişinin, ilim ve amelde kemâl sıfatına sahip olması ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanması gibidir. Çünkü, insan, zat ve nefsinde, mükemmelliği bir meleke haline getirmesi için, peygamberlerin diliyle, "insanlar, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmakla emrolunmuştur." (1/10)
Hakikatte bu ise, zıddının olmaması cihetinde, "Zahir" isimle müsemmâ olan Hak Teâlâ'nm tafsil makamında kendisini övme-sidir. Amma Cenâb-ı Allah'ın, zâtı ilâhiyesini (bütün hamdleri içinetoplayarak) cemi makamında kavlî olarak övmesi ise, kitablarında (Tevrat, Zebur Incîl ve Kur'an'da) ve Suhuflannda zatını kemâl sıfatları ile tarif etmesidir. Fiilî övmesi ise, Cenâb-ı Allah'ın, Cemâl ve Celâlinin bütün kemâlatıyla ğayb'dan şehâdete, bâtından zahire, ilimden kendisine, sıfatlarının güzelliğini ve isimlerinin velayetini izhar etmesidir. Halî övmesi ise, Cenâb-ı Allah'ın ilk mukaddes feyzi ile zâtında tecellileri ve ezelî nurunun zuhurudur. Cenâb-ı Allah, tafsilî (açıklamalı) ve cemi (topluca) olarak, hem öven ve hem de övülendir.
"Göz perdelerim açılmadan önce her zaman ben senin kardeşindim.
Gerçekten, seni zikrediyor ve sana teşekkür ediyordum.
Ne zaman ki gece aydınlandı, sabah, senin, zikredilenin, zikrin ve zâkirin sen olduğuna şahidlik etti.
Kavlî (sözlü olarak) hamd ile hamd eden herkes hamdettiğini (övdüğünü) ona mahsus kemâl sıfatları bilir ve tanır. Ona bu gerekir. Kayserinin sözü bitti.[9]

 

Kulun Hamdetmesi Taklid ve Mecaz Yoluyladır


Hamd ve sena şükre şâmildir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, kitabına,"Allah'a mahsustur" da, sena ile nefsine hamdetti,Âlemlerin Rabbine cümlesinde, şükür ile hamddetti, medh yani överek, hamdetti.
AIlan rahman ve rahimdir, ceza gününün sahibidir, âyetlerinde ise, medh ile kendisine hamdetti.
Sonra kula bu üç şekilde Cenâb-ı Allah'ı hakikî olarak, ham­detmesi yoktur. Belki kul, taklid yoluyla ve mecaz olarak, Allah'a hamd eder.
Birincisi (hakM hamd), Cenâb-ı Allah'ı hakîkî manâda hamd ve sena etmek, onun zat ve sıfatının künhünü anlamanın bir dalıdır. Cenâb-ı Allah'ın zât ve sıfatının mahiyetini anlama hakkında şöyle buyurdu: "Onlar, ilimce Onu(Allah'ın künhünü) ihata edemezler.[10]"Onlar, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar.[11]
İkincisi (Taklid ve mecaz yoluyla hamd etme) ise, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Mi'râc gecesinde Beni sena et, hitabıyla muhâtab oldu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle dedi.
"Ben seni (gereğince) sena edebilecek güçte değilim," dedî. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kulluğu izhâr edip, Allah'ın emrine uymanın elbette gerekli olduğunu bildi ve şöyle devam et: "Sen kendi zatını nasıl sena ettiysen ben de öylece sena ediyorum,[12] dedi.
Bu, taklid yoluyla Allah'a hamd-ü sena etmektir. Ve biz taklid yoluyla Allah'a hamdetmekle emrolunduk. Allahü Teâlâ frize kendisine hamdetmemizi şöyle emretmektedir:"Ve Elhamdü lillah, de"[13]Başka bir âyeti keri-me'de:
"Onun için gücünüz yettiği kadar Allah'a korunun. 64/14l [14]Te'vilâtı Necmiyye'de de bu böyledir.
Sadî şöyle buyurdu.
"Vücudumuzdaki her kıl 0 nun vergisi ve lütfudur. Nice seneler şükretsem, bir kılın şükrünü edadan acizim"[15]

 

Nur Kalbe Huzur Verir


Şeyh İmam Gazali Hazretleri, "Minhâcü'l-Âbidîn" isimli kita­bında zikretti:
"Hiç şüphesiz, hamd ve şükür, umduklarına kavuşup; istediklerini elde etmek isteyen, sâliklerin geçmeleri gereken yedi geçitin en sonuncusudur. Kulun ibâdet yolunda süluûk için, harekete geçeceği i!k şey, semavi bir ilham ve hususî, ilahî bir bir tevfik (başarı) ile olur. Şeriatın sahibi Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, şu hadisiyle buna işaret etti:
"Muhakkak nûr mü'min'in kalbine girdiği zaman, kalbi açılır ve inşirah eder (sevinç ve ferahlık duyar)."
-"Ya Rasûlellah! Bunun belirli alâmeti var mıdır?" diye soruldu: Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
-"Aldatıcı dünya hayatından uzak durmak, ebedî dünyaya yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlanmaktır,[16] dedi.[17]

 

Sâlik'in Engelleri ve Onları Geçmenin Yolları


Şeyh İmam Gazali Hazretleri, "Minhâcü'l-Âbidîn" isimli kita­bında zikretti:
"Hiç şüphesiz, hamd ve şükür, umduklarına kavuşup; istedik­lerini elde etmek isteyen, sâliklerin geçmeleri gereken yedi geçitin en sonuncusudur.
(Bir kişinin geçmesi gereken yedi geçit şunlardır:)
1 - ilim ve marifet geçidi
2 -  Tevbe geçidi.
3 -  Tuzaklar ve engeller geçidi:
a)   Dünya
b)  Halk,
c)   Şeytan,
d)   Nefis.
4 -  Dört büyük özürler geçidi.
5 -   İbâdette teşvik eden duygular geçidi.
6 -  İbâdetleri helak eden geçidi.
7 -  Şükür ve hamd geçidi.
Kulun ibâdet yolunda ilerlemek (ve seyr-ü sülük) için, harekete geçeceği ilk şey, semavi bir ilham ve hususî ilahî bir bir tevfik (başarı) ile ibâdet yolunda ilerlektir. Bu da,. Şeriatın sahibi Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, şu hadisiyle buna işaret etti:
"Muhakkak nur mü'min'in kalbine girdiği zaman, kalbi açılır ve inşirah eder (sevinç ve ferahlık duyar)."
-"Ya Rasûlellahî Bunun belirli alâmeti var mıdır?" diye so­ruldu: Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
-"Aldatıcı dünya hayatından uzak durmak, ebedi dünyaya yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlanmaktır,[18]dedi.[19]

 

İlim Ve Marifet Geçidi


İlim ve marifet geçidi: Kulun kalbine, başlangıçta, her şeyin kendisi için olduğu ve Cenâb-ı Allah'ın değişik nimetlerle kendisini nimetlendirdiği fikri doğduğu zaman, şöyle der:
"Cenâb-ı Allah, şükür ve hizmetle beni istiyor. Eğer ben gafil olursam, Allah benden nimetini alır ve bana felâket, belâ, musi­bet ve azabını tattırır. Allah, bana mucizeler ile peygamber gönderdi. Peygamber (s.a.v.) Hazretleri, bana, âlim, bir Rabbimin olduğunu ve itaatiyle sevâblandırmaya ve masiyetiyle insanları cezalandırmaya kadir olduğunu bana haber verdi. Bir çok şeyleri emretti ve yasakladı. (Bunları düşünen kişi) nefsi için korkar. Bu çekişmede; sanattan, sanatkârın varlığını isbât eden delil'den başak hiçbir kurtuluş yolunu bulamaz. Cenâb-ı Allah'ın yarattık­larında var olan delil'den Allah'ın varlığını ve birliğini yakînen kabul eder. (Sanattan sanatkârın varlığını ve büyüklüğünü bütün benliğiyle öğrenir ve kabul eder.)
O zaman, bu zikredilenlerle mevsuf olan Rabbinin varlığıyla kendisine yakîn gelir. İşte bu "ilim ve marifet geçiti"dir. Tarikatın başında bu yollar karşısına çıkar. Yolun başında bu geçitleri geçmeyi ve buralarda bulunan engelleri kesmeyi, ahiret âlimle­rinden sorarak ve öğrenerek, büyük bir basiretle geçmeye çalışmalıdır. Kişi (tek başına) hizmetine koyulmakla kendisinemarifetin gönderilmesiyle Rabbinin varlığına yakînî iman hâsıl olduğu zaman Ona nasıl ibadet edeceğini bilemez. Zahirî ve Batınî olarak şer'-i şerifin farzlarından kendisine neyin gerekli olduğunu ilim yoluyla öğrenir.[20]

 

Tevbe Geçidi


Farzlar hakkındaki ilim ve marifeti tekâmül ettiğinde, ibâdetleri edâ etmeye koyulur. Ve (bir dönüp kendisini muhasebe eder) bakar, (ki ihlastan mahrum olduğunu görür.) Bir çok insanların hâli budur. Ve şöyle der:
-"Ben (ihlaslı bir) ibadete nasıl döneceğim. (1/11) Ve ben günahlarda İsrar etmekle kirlendim. Benim günah pisliklerinden kurtulmam ve inceliklerinden ihlas elde etmem için tevbe etmek bana vacip olur." Der. Kendisini hizmet için İslah eder. Ve buradan "Tevbe geçitine" yönelir. Hukuk ve şartlarına riâyet edilerek; sâdık bir tevbe'ye sarılır.[21]

 

Tuzaklar Ve Engeller Geçidi


İbâdet ve tarikat ehli, olan tevbekâr, şeyr-ü sülûk'a bakar. Gözünün nuru olan ibâdetlerden kendisini, alıkoyan ve meşgul eden engeller bulur. Düşünür. Onlar dört şeydir:
1 - Dünya,
2- Mahlûkat,
3- Şeytan,
4- Nefs.
Sâlik bu engelleyici geçitlere yönelir. Bunları kesmede dört şeye ihtiyaç duyar.
1 - Dünyadan tecrid.
2-   İsanlardan uzaklaşmak.
3-  Şeytanla mücâdele.
4-  Nefsi kahretmek.
Dünyadan (kurtulmanın yolu onu gönülden çıkartmakla) tecrid ile,
Mahlûkattan (kurtulmanın yolu onların kötülüklerine ortak olmamak ve şerlileri sevmemek ve) halvet (yalnızlık) ile,Şeytandan (kurtulmanın yolu) onunla mücâdele (savaşmakla),
Nefs-i Emmâre (şerrinden kurtulmanın yolu sürekli onunla) mücâhede etmekle mümkündür.
Bu engellerin en şiddetlisi nefs-i emmâredir Ondan tamamen sıyrılmak mümkün değildir. O, şeytan gibi bir defada mağlub edilmez. Çünkü nefis hayat için âlet ve binektir Kişinin ibâdete yönelmesinde nefsin muvafık görmesi de umulmaz Çünkü nefis hayrın zıddına çeker, hevâ gibi ona tâbi olarak. Çünkü nefs, kötülüğün cinsidir. Nefsin boyun eğmesi için. onu "Takva gemi" ile gemlemeye ihtiyaç vardır. Onu rüşd olan güzel yollarda kullanmak ve fesatlıklardan men etmek lâzımdır.[22]


kaynaklar

[5]İsra 17/44

[6]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/46-47.

[7]Şeyh Davud Kayserî Hazretleri. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat 1258 (H. 656} veya  1261   (H. 659) tarihlerinde Kayseri'de doğduğu tahmin edilmektedir. Medrese tahsili gördü. Iznik'i fetheden Osmanlı Sultanı Orhan Gazi ilk olarak yaptırdığı  Orhaniyye Medresesine Davudu Kayseriyi müderris olarak tayin etti. Davudu Kayseri hazretleri, Osmanlının ilk resmi eğitimcisidir.. Ilmiyye heyetinin başıdır.  Atomların  enerji yüklü  olduğunu  ilk defa  söyleyen  Davudu   Kayseri hazretleridir. Tasavvuf erbabı ve bir gönül eri olan Davud-u Kayseri hazretleri, 1350 yılında İznikte vefat etti.

[8] Ebû Davud, Edeb, 91; ibni Mâce, Zekat, 34,

[9]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/48-49.

[10] Taha: 20/110

[11] Ei-En'âm: 6/91

[12] Sahîh-i Müslim, salat: 222, ibni Mace. ikâme: 117

[13] Eİ-lsrâ.l7/111

[14] Et-Teğâbun: 64/16

[15]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/49-50.

[16] ibni Cerir ye ibni Hatem rivayet etmişlerdir. Siracu't-Tâlibin, alâ Minhâcu'l-Âbidîn, c. 1,s,39, Hakim, Müstedrâk'ında bu hadisi şerifi rivayet etti,

[17]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/50-51.

[18] ibni Cerir ve ibni Hatem rivayet etmişlerdir. Siracu't-Tâlibin. alâ Minhâcu'l-Abidîn, c. 1, s.39, Hakim, Müstedrâk'ında bu hadisi şerifi rivayet etti.

[19]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/51-52.

[20]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/52-53.

[21]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/53.

[22]İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/53-54.


Emirül-müminin'in oğlunun devesi

$
0
0


Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- bir deve satın alarak meraya salmıştı. Deve orada otlayarak hayli beslendi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- çarşıda gördüğü bu besili devenin kime ait olduğunu sordu. Oğlunun olduğunu öğrenince onu çağırttı. Kendisini dinledikten sonra çok celâllendi.

"Emirül-müminin'in oğlunun devesini güdün, sulayın, besleyin öyle mi? Olmaz böyle şey! Ey Abdullah! Deveyi sat, sermayeni al, fazlasını beytülmâle koy." buyurdu ve öyle de yapıldı.

KÜÇÜK ODUN TUTUŞMADAN BÜYÜK ODUN TUTUŞMAZ

$
0
0


Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır:

"Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim.
Fakat kibirden selâm vermedim.

Hemen nefsime; "Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi." diyerek çocuğa selâm verdim.

Çocuk; "Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr!" diye cevap verdi.
Hayret içinde kalarak çocuğa; "Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın?" diye sordum.

Çocuk; "Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı.
Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı." dedi.

Çocuğa; "Akıl ile nefs arasında ne fark var?" diye sorunca,

Çocuk; "Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti." diye cevap verdi.

"Sen neden toprakla oynuyorsun?" diye sordum.

Çocuk; "Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız." dedi.

Ben yine; "Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum.

Sebebi nedir?" diye sordum. "Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum." dedi.

"Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun?" diye sorunca,

Çocuk; "Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm." diye cevap verdi."
YARABBİ BİZİ VE NESİLLERİMİZİ NAMAZI DOSDOĞRU KILANLARDAN EYLE.
VE BİZİ  CEHENNEM ATEŞİNDEN KORU. .

Peygamber Efendimizin s.a.v Hoşlanmadığı ve Sevmediği Davranışlar

$
0
0




Kur'ân, kendinden öncekileri iptal etmiştir​


Hz. Ömer, elinde bir kısım Tevrat parçaları ile Peygamber Efendimiz (sav)'a gelip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü!

Zurayk oğullarından bir arkadaşımdan alıp getirdiğim bir kısım Tevrat"​

Hemen Allah Resulü (sav)'ın yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine ezan rüyasında kendisine gösterilen Abdullah bin Zeyd, Hz. Ömer'e: "Allah senin aklını başından mı aldı?

Allah Resulü (sav)'in rengine bak, nasıl kızardı?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i, önder olarak Kur'an'ı kabul edip hoşnut olduk."​

Hz. Ömer'in bu sözü üzerine Allah Resulü (sav) çok memnun oldu. Üzüntüsü gitti ve şöyle buyurdu:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa aranızda olup da beni terk edip ona uysaydınız, apaçık bir sapıklığa düşerdiniz Ümmetler içinde siz benim nasibimsiniz, peygamberler içinde ben de sizin nasibinizim."​

İbadette aşırı gitmeyin

Enes bin Malik (ra) anlatıyor: "Sahabeden üç kişilik bir grup Allah'ın Resulü (sav) Efendimizin nafile ibadetlerini sormak üzere Peygamber hanımlarının evlerine geldiler.

Kendilerine Efendimizin ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsar gibi oldular ve: "Allah'ın Resulü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır." Dediler.

İçlerinden biri: "Ben daima bütün geceleri namaz kılarak geçireceğim" dedi. Bir diğeri: "Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim" dedi.

Üçüncü sahabe de: "Ben de daima kadınlardan uzak kalacağım ve asla evlenmeyeceğim" diye söz verdi.

Bir müddet sonra Peygamberimiz geldi ve onlara şöyle buyurdu: "Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum!

Allah'a yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'nu en iyi bileninizim.

Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum.

Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum.

Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir"​

Mescidi kirletmek

Enes (ra)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav) Mescidin kıble duvarında bir tükürük gördü. Öylesine öfkelendi ki yüzü kıpkırmızı oldu.

Bunun üzerine Ensar'dan bir kadın kalkıp o tükürüğü kazıdı ve yerini güzel kokuyla kokulandırdı.

Allah Resulü (sav): "Bu ne kadar güzel oldu!" buyurdu.​

Cezada adalet

Benî Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri çok üzmüştü Onlar, "Bu konuyu Resulullah (sav) ile kim konuşabilir" diye kendi aralarında müzakere ettiler.

Bazıları, "Buna Peygamberimizin çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'den başka kimse cesaret edemez" dediler.

Üsâme, onların istekleri doğrultusunda Resulullah ile konuştu Bunun üzerine Efendimiz ona: "Allah'ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?" diye sordu.

Sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:

"Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler; Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı.

Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim"​

Erkeğin kadın giysisi giymesi

Hz. Ali (ra) şöyle anlatır: Resulullah (sav)'a, saf ipekten dokunmuş çizgili bir elbise hediye edilmişti. Onu bana gönderdi.

Ben de elbiseyi giyip yanına vardım. İpek elbiseyi üzerimde görünce yüzünden öfkelendiğini anladım.

Sonra: "Ben onu sana giyesin diye göndermedim" buyurdu ve o elbiseyi hanımıma vermemi emretti.

Ben de onu akrabam olan hanımlara paylaştırdım.​

Boyanmak

Enes bin Malik (ra) şöyle anlatır: Bir adam üzerinde (za'ferân) sarılığı olduğu hâlde Resulullah (sav)'ın yanına girdi.

Peygamber (sav), yüzünde hoşlanmadığı bir şey bulunan kişiye nadiren bakardı (yani yüzüne vurmazdı).

Adam çıkınca, efendimiz şöyle buyurdu: "Şuna söyleseniz de yüzündeki o boyayı yıkasa"​

Ebû Saîd el-Hudrî (ra) şöyle der:

Resulullah (sav) örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bunu yüzüne bakınca anlardık.​

Resimli örtü

Hz Âişe (ra) şöyle der: Evimin sofasını üzerinde resimler bulunan bir perde ile ayırdığım gün Resulullah (sav) bir seferden dönmüştü Resimli örtüyü görünce yüzü renkten renge girdi ve onu çekip kopardı.

Sonra da bana şunları söyledi: "Âişe! Kıyamette insanların en şiddetli azap görenleri, yaptıklarını Allah'ın yarattığına benzetenlerdir." [Buhari]​

Efendimizin, üzerinde koç resmi bulunan bir kalkanı vardı.

Tasvirden hoşlanmadığı için bu resmi kazıttı.​

Kapıyı çaldığınızda

Cabir (ra) diyor ki; "Resulullah (sav)'a geldim ve kapısını çaldım. Resûl-i Ekrem: "Kim o?" dedi.

"Benim" diye cevap verdim. Allah Resulü: "Benim, benim!" diye tekrar etti. Galiba bu cevaptan hoşlanmamıştı"​

Ölen için feryad etmek

Ebu Bürde şöyle der: (Babam) Ebû Mûsâ el-Eş'arî hastalandı ve başı hanımlarından birinin kucağında iken bayıldı. Bunun üzerine hanım, bir çığlık atıp yüksek sesle ağlamaya başladı.

Fakat Ebû Mûsâ, kadını bundan men edecek durumda değildi. Ayılınca: "Resulullah (sav)'ın hoşlanmayıp uzak kaldığı şeyden ben de hoşlanmam ve uzak olurum.

Dedi.

Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, Câhiliye insanı gibi bağıra - çağıra ağıt yakıp kendisine beddua eden, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir"​

Sabah namazına kalkmamak

Peygamber Efendimizin yanında bir adamın sabaha kadar uyuduğu ve namaz kılmadığı söylendiğinde, bundan hoşlanmadı ve: "Bu adamın kulağına şeytan bevletmiştir" buyurdu.​

Allah Teâlâ imtiyazı sevmez

Allah Resulü (sav) bir kimsenin, kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi.

Bir sefer esnasında ashabına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashabından biri; "Ya Resulullah, onu ben keseyim" dedi. Başka biri; "Ya Resulullah, yüzmesi de benim vazifem olsun" dedi.

Bir başkası da; "Ya Resulullah, pişirmesi de bana ait olsun" dedi. Resul-i Ekrem Efendimiz de: "O hâlde odunu toplamak da bana ait olsun" buyurdu.

Sahabeler; "Ya Resulullah! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok" dedilerse de Peygamberimiz: "Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum.

Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez" buyurdu.​

Cemaatteki dağınıklık

Câbir bin Semüre (ra) şöyle demiştir: Resulullah (sav) bir gün mescide girdi.

Cemaat ayrı ayrı halkalar hâlinde oturuyordu. Bunun üzerine Allah Resulü (sav): "Sizi niçin böyle dağınık halde görüyorum" buyurdu.

Hz. Peygamber bu sözü söylerken birliği seviyor ayrılıktan nefret ediyor intibaını vermek istiyor gibiydi. [Ebu Davud]​

Hayvanları dağlamak

Peygamber efendimiz (sav), yüzüne damga vurulmuş bir merkebin yanından geçti. Bunun üzerine: "Bu hayvanın yüzünü dağlayana Allah lânet etsin!" buyurdu.​

Ehli kitaba haksızlık

İrbâz bin Sâriye (ra) anlatıyor: Resulullah (sav) ile Hayber Kalesi'ne indik Beraberinde ashabından başka kimseler de vardı. Hayber'in lideri Cebbâr, mütekebbir birisi idi.

Allah Resulü'ne gelerek: "Ey Muhammed! Sizin eşeklerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız var mı?" dedi.

Resulullah Efendimiz öfkelenerek: "Ey İbn-i Avf, atına bin ve şöyle nida et: "Haberiniz olsun, cennet sadece müminlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!"

Cemaat toplandı. Resulullah (sav) onlara namaz kıldırdı.

Sonra da kalkıp şunları söyledi: "Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allah'ın, Kuran'dakilerin haricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallahi ben nasihatte bulundum, (Kuran'da olmayan bazı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım.

Bunlar, Kuran'ın bir misli kadar, belki de daha fazladır. Allah Teâlâ hazretleri, Ehli-i Kitabın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır" [Ebu Davud]​

Kur'ân-ı tartışmak

Abdullah bin Amr bin Âs (ra) şöyle anlatır: Bir kavim Allah Resulü (sav)'ın kapısının önünde Kur'ân hakkında tartışıyorlardı. Resulullah (sav), yüzünün rengi değişmiş bir halde çıkıp şöyle buyurdu:​

"Ey kavmim! İşte bu yüzden milletler helak olmuşlardır.

Kur'ân (ayetleri) birbirini tasdik eder, siz onun bazı (ayetlerini) bazı ayetleri ile yalanlamayın!" buyurdu.

İnfakta cömertlik​

Resul-i Ekrem Efendimizden bir şey istendiğinde, şayet yanında yoksa borçlanır ve ihtiyaç sahibini memnun ederek gönderirdi. Bir gün böyle biri Peygamberimize gelerek bir şeyler istedi.

Allah Resulü: "Yanımda sana vereceğim bir şey yok, git benim namıma satın al, mal geldiğinde öderim" dedi.

Efendimizin sıkıntıya girmesine gönlü razı olmayan Hz Ömer:

"Ya Resulullah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır" dedi.​

Allah Resulü (sav)'ın Hz. Ömer'in bu sözlerinden hoşnut olmadığı yüzünden belli oldu. Bunun üzerine Ensar'dan biri:

"Anam babam sana feda olsun ya Resulullah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!" dedi. Bu sahabenin sözleri Efendimizin çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve: "Ben de bununla emrolundum" buyurdu.​

Hadisi Şerifli Resimli Kartlar

Besmele Nedir?, Besmelenin önemi Ayetlerde ve Hadislerde, Besmelenin Fazileti

$
0
0

Besmele ile başlayalım ilk sohbetimize inşallah besmele nedir? Besmelenin önemini öğrenelim önce ayetlere sonrada hadisi şeriflere bakalım. Arapça ve Türkçe karşılıkları aşağıda verilmiştir dikkat edelim lütfen!
BESMELE İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER 
Hud / 41. (Nuh) dedi ki: “Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”


وَقَالَ ارْكَبُواْ فِيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve kâlerkebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ, inne rabbî le gafûrun rahîm(rahîmun).

ve kâle irkebû: ve dedi binin
fî-hâ: onun içine
bismillâhi (bi ismi allâhi): Allah'ın adıyla
mecrâ-hâ: onun gidişi, akışı, yüzmesi
ve mursâ-hâ: ve onun demir atması (durması)
inne: muhakkak ki, şüphesiz
rabbî: benim Rabbim
le gafûrun: mutlaka mağfiret edendir (günahları sevaba çeviren)
rahîmun: rahîmdir (rahmet nuru gönderen)





Neml / 30.“Mektup Süleyman’dandır, rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta) dır.”

إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
İnnehu min suleymâne ve innehu bismillâhir rahmânir rahîm(rahîmi).

inne-hu: muhakkak o
min suleymâne: Süleyman'dan
ve inne-hu: ve muhakkak o
bismillâhi (bi ismi allâhi): Allah'ın adıyla
er rahmâni: rahman olan
er rahîmi:

Maide / 4. Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah’ın adını anın (besmele çekin). Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı pek çabuktur.


يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُم مِّنَ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمُ اللّهُ فَكُلُواْ مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُواْ اسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Yes’elûneke mâ zâ uhılle lehum kul uhılle lekumut tayyibâtu ve mâ allemtum minel cevârihi mukellibîne tuallimûnehunne mimmâ allemekumullâhu fe kulû mimmâ emsekne aleykum vezkurûsmellâhi aleyhi vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe serîul hısâb(hısâbi).

yes'elûne-ke: sana soruyorlar
mâ zâ uhılle lehum: onlara, (kendilerine) nelerin helal kılındığı
kul: de, söyle
uhılle lekum(u): sizin için, size helal kılındı
et tayyibâtu: temiz olanlar, helal olanlar
ve mâ allemtum: ve öğrettiğiniz şey
min el cevârihı: av avlamak için yetiştirilen yırtıcı hayvanlardan
mukellibîne: "avcı hayvan" (avcı köpek) yetiştirenler
tuallimûnehunne: onlara öğrettiniz (yetiştirdiniz)
mimmâ (min mâ) alleme-kum(u): size öğrettiği şeyden
Allâhu: Allah (c.c.)
fe kulû: o halde, artık yiyin
mimmâ (min mâ) emsekne: tutuğu şeylerden
aleykum: size, sizin için
ve uzkurû: ve zikredin, anın
isme Allâhi: Allah'ın (c.c.) ismini
aleyhi: onun üzerine
ve ittekû allâhe: ve Allah'a (c.c.) karşı takva sahibi olun
inne Allâhe: muhakkak ki Allah (c.c.)
serî'u el hısâbi: hesabı çabuk gören


En’am / 118-119. Allah’ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O’nun adı anılarak kesilenlerden yeyin. Üzerine Allah’ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu bir çokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.
Enam 118.ayeti
فَكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ
Fe kulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi in kuntum bi âyâtihî mu’minîn(mu’minîne).

fe kulû: o zaman yeyin
mimmâ (min mâ): o şeylerden
zukire ismu allâhi: Allah'ın ismi anılan
aleyhi: onun üzerine
in kuntum: eğer .... siz iseniz
bi âyâti-hî: onun âyetlerine
mu'minîne: îmân eden kimseler (mü'min olan)

119.ayeti


وَمَا لَكُمْ أَلاَّ تَأْكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيرًا لَّيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِم بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ
Ve mâ lekum ellâ te’kulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi ve kad fassale lekum mâ harreme aleykum illâ madturirtum ileyh(ileyhi), ve inne kesîren le yudıllûne bi ehvâihim bi gayri ilm(ilmin), inne rabbeke huve a’lemu bil mu’tedîn(mu’tedîne).

ve mâ lekum: ve size ne oluyor
ellâ te'kulû (en lâ te'kulû): yememeniz, yemiyorsunuz
mimmâ (min mâ): o şeylerden
zukire ismu allâhi: Allah'ın ismi anılan
aleyhi: onun üzerine
ve kad fassale: ve ayrı ayrı açıklamıştı
lekum: size
mâ harreme: haram kıldığı şey(ler)
aleykum: size
illâ: hariç
madturirtum (ma idturirtum): darda kaldığınız, mecbur kaldığınız şey(ler)
ileyhi: ona
ve inne: ve muhakkak
kesîren: çok
le yudıllûne: gerçekten dalâlette bırakıyorlar
bi ehvâi-him: kendi hevesleri ile
bi gayri ilmin: bir ilim olmaksızın
inne: muhakkak
rabbe-ke: senin Rabbin
huve: o
a'lemu: en iyi bilir
bi el mu'tedîne: haddi aşanları



HADİS-İ ŞERİF

* Hazreti Aişe radıyallahu anha anlatıyor: 

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Sizden kim bir şey yerse “Bismillah (Allah’ın adıyla)” desin. Bidayette söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: “Bismillahi fi evvelihu ve âhirihu (başında da sonunda da Bismillah).”


* İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: 
“(Hayvanı keserken) besmele çekmeyi bir kimse unutmuşsa bunun bir mahzuru yoktur. Ancak kasden terketmiş ise, kesilen yenilmez.”


* Hazreti Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “
Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm)’a soruldu: “Halk bize et getiriyor, kesilirken besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, ne yapalım?” “Siz besmele çekin, yiyin!” cevabını verdi.”


* İbnu Abbas (radıyallâhu anhüm ) anlatıyor:
 “Resülullah (âleyhissâlâtu vesselâm) buyurdular ki: “Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh’a hamdedin.”


* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Abdesti olmayanın namazı da yoktur. Üzerine besmele çekmeyenin abdesti yoktur.”


* Ümmeyye İbnu Mahşiyy radıyallahu anh anlatıyor: 
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş, geriye tek lokması kalmıştı. Onu ağzına kaldırırken:”Bismillahi evvelehu ve ahirehu” dedi. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm güldü ve: “Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki Allah’ın ismini zikretti, karnındakileri hep kustu!” buyurdu.”


* Bilal İbnu Rabâh radıyallahu anh anlatıyor:
 “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm bana, Müzdelife vakfesinin sabahında: “Ey Bilâl! Halkı sustur -veya Halkı dinlet!” buyurdular. Sonra halka şu hitabede bulundular:
”Allah Teâla hazretleri, şüphesiz, şu Müzdelife’nizde, sizlere iyilik ve ihsanda bulunarak, günahkârlarınızı, hayır sahipleriniz hatırına bağışladı. İyilerinize dilediğini verdi. Öyleyse Allah’ın adıyla (buradan Mina’ya) hareket edin!”


* Safvan İbnu Assâl radıyallahu anh anlatıyor:
 “Resulullah aleyhissalâtu vesselâm beni seriyyede savaşa gönderdi. (Yola çıkarken) şu talimatı verdiler: 
“Allah’ın adıyla, Allah yolunda yürüyün. Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. İşkence yapmayın, (ahidde bulunduğunuz taktirde) ahdinizi bozmayın, çocukları öldürmeyin.”


OĞLU BESMELE ÖĞRENİNCE

İsa Peygamber bir mezarlığın yanından geçerken ağla­maya başladı. Yanındakiler sordular:
— Ey Allah’ın Peygamberi, neden ağlıyorsun?
— Neden olacak, şu mezarlıktaki bir ölünün ruhlar âleminde çektiği azaba ağlıyorum.
— Neden azap çekiyor?
— Herhalde dünyada iken bir kısım günahlar işlemiş, Allah’ın emirlerine uymamış.
Hazret-i İsa, oradan uzaklaşarak, varacağı köye varıp vaaz ve nasihatlannı yaptıktan sonra, tekrar aynı yoldan köyüne döndü. Yine aynı mezarlığın yanına gelince arka­daşları İsa Peygamber’in ağlayacağını sandılar. Halbuki ağlamıyor, gülüyordu. Sordular:
— Ey Allah’ın Nebîsi, bu defa neden tebessüm edip, seviniyorsun?
— Geçen defaki adama yapılan azab kalkmış, güllük gülistanlık bir yerde zevk ü sefa içinde eğleniyor ondan.
— Neden azabı kalkmış acaba?
— Neden olacak, adamın dünyada bir çocuğu var. Şu sıralarda bir hocaya gidiyor, ondan din dersleri alıyor. Çocuk besmeleyi ezberledi. Rabbimiz de buyurdu ki:
“— Senin oğlun dünyada Benim ismimi ezberledi. Bes­meleyi öğrendi. Her zaman “Bismillah” demeye başladı.
Ben, böyle bir çocuğun babasına azap etmem. Haydi çocuğunun dindarlığı hürmetine seni affediyorum.”
Böylece çocuğu besmeleyi öğrendiği andan itibaren babasından azap kalktı.


BESMELENİN FAZİLETİ 



Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın ” Bismillahirrahmanirrahim ” diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah’a dua ederdi. 


Bir gün, kadının kocası iyice öfkelenmişti.. Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
”Suna bir oyun çevirenimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? ” diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı, artık bütün çirkinliğiyle, içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı, ona bir kese altın vererek :
– Bunu iyi sakla !!! diye tembih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti, besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocası da onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karisinin sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. 
Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve:
– Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
” Bismillahirrahmanirrahim ” diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealinin emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
– Sana çok zulmettim, çok canını yaktım, beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah’a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
– Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını es olarak verdiğin için, sana hakkiyle şükretmekten acizdim, beni affet Allah’ım…
O saliha kadın ise ;
– Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki, duamı kabul edip kocamı Salihlerden eyledin, diye dua ediyordu.

Viewing all 1276 articles
Browse latest View live