Quantcast
Channel: Peygamberimin İzinden 🕋🕌
Viewing all 1276 articles
Browse latest View live

FÂTİH CAMİİ VE KÜLLİYESİ

$
0
0



Ayşen DeğerRESİMLER VE VİDEOLARIMIZ
- 08:18



İstanbul Esintileri (Tartışma) topluluğunda ilk olarakAyşen Değerpaylaştı:

FÂTİH CAMİİ VE KÜLLİYESİ
http://fatihcamii.com/
İstanbul Fatih'te fetihten sonra yapılan ilk selâtin camii ile etrafındaki külliye.
Fâtih Sultan Mehmed, kendi adına yapılan bu cami ve külliye binaları için şehrin ortasında Bizans'ın büyük değer verdiği On İki Havari (Hagioi Apostoloi) Kilisesi'nin yerini özellikle seçmiş görünmektedir. Bu seçim, artık buraya yeni bir inancın hâkim olduğunu gösterdikten başka şehrin bir tepesi üstünde inşa edildiği için İstanbul'un siluetine Türklüğün ve İslâmiyet'in damgasını da vurmuş oluyordu. Ayrıca burada şehircilik bakımından benzersiz bîr düzenleme tasarlanmıştır. Bütün binalar tam bir simetriye göre yerleştirildiği gibi ortasında caminin bulunduğu külliye İstanbul'un en önemli dinî ve kültürel merkezini oluşturmuştur.
Caminin İki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta dârüşşifâ, daha ileride bir çarşı ile bir de hamam yer almıştı. Ancak Türkleşen İstanbul'un yeni bir medeniyet anlayışına göre imarının merkezi olan Fâtih Camii ve Külliyesi bütün elemanları ile günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIX. yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur.
Cami. Fetihten hemen sonra Ortodoks patrikliğine tahsis edilmişken çok harap bir halde olan bu On İki Havari Kilisesİ'nde barınamayan patriğin 1455'te başka bir yere taşınmak istemesi üzerine, Fâtih Sultan Mehmed ona diğer bir kiliseyi bağışlayarak buranın yerini kendi adına yaptıracağı külliyeye tahsis etmiştir. 867 Cemâziyelâhirinde burada başlayan inşaat 875 Receb ayına kadar sürmüştür, Bu külliyenin Khristodulos adında bir Rum mimar tarafından yapıldığı yolunda Eflak Voyvodası Demetrios Cantemir'in (ö. 1723) ortaya attığı iddia dayanaksız olup araştırmalar sonucunda Fâtih Camii ve Külliyesi'ni yapan mimarın Atik Sinan olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca şu husus da göz önünde tutulmalıdır ki XV. yüzyılda yapılan bu selâtin camii ve külliyesi, bütünüyle Türk mimari geleneklerine uygun ve bunun tabii gelişmesinin bir halkası olarak meydana getirilmiştir. Bu külliyede Bizans sanatına işaret eden hiçbir iz yoktur. Muhakkak ki Süleymaniye Külliyesi 'nde de olduğu gibi işçiler arasında bulunan Bizanslı ustaların el emeğinden faydalanılmıştır.
Külliye yapıları, Edirne'deki Üç Şerefeli Cami ile Beyazıt ve Süleymaniye camileri arasında Türk selâtin camilerinin mimari gelişmesinin bir halkasıdır. Binalarda son dönem Bizans mimarisiyle hiçbir akrabalık olmadığı gibi külliyenin merkezi olan caminin planı da Türk mimarlığının tabii gelişmesinin bir safhasına işaret eder. Bizans'ta yapı faaliyeti yaklaşık XIV. yüzyıl ortalarından itibaren hemen hemen bütünüyle durduğuna ve büyük çapta bir dinî bina yapılmadığına göre fetihten sonra birden bire üstün kabiliyetli ve Türk yapı sanatını bilen bir hıristiyan mimarın ortaya çıkabileceğine inanmak mümkün değildir.
K. VVulzinger adındaki bir Alman mimar ve mimarlık tarihçisi 1933'te yayımladığı bir makalede garip bir görüş ortaya atarak Fâtih Camii'ni tam ölçüleri ve planı bile bilinmeyen Havariler Kilisesi 'nin temelleri üzerine oturtmak istemiş ve bu yolda bazı çizimler de yapmıştır. Sağlam bir dayanaktan yoksun olan görüş Âli Sâim Ülgen ve Halim Baki Kunter tarafından ciddi surette tenkit edilmiştir (1938). Esasen eski kilise ile caminin yönleri aynı olmadığına göre duvarlanndan faydalanılması da imkânsızdır.
Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'daki hayır tesisleriyle ilgili olarak düzenlenmiş çeşitli vakfiyelerde Fâtih Camii ve Külliyesi hakkında bilgiler vardır. Arapça ve Türkçe olan bu vakfiyeler Tahsin Öz (1935), Vakıflar Genel Müdürlüğü (1938) ve Osman Nuri Ergin (1945) tarafından yayımlanmıştır. Saraçhanebaşı'nda kendi adına yaptırdığı mescid ve mezarı 1956-1958 yıkımlarında kaldırılan Mimar Ayaş'ın Fâtih devri mimarlarından olduğu bilinmekte ve Fâtih Camii inşaatında çalışmış olacağı da ayrıca tahmin edilmektedir. 1509 yılında meydana gelen ve "küçük kıyamet" denilen büyük zelzelede Fâtih Camii kubbesinin hasara uğradığı, hatta sütun başlıklarının parçalandığı ve kubbenin çarpıldığı, külliyenin dârüşşifâ, imaret ve medrese gibi yapılarının da özellikle kubbelerinde büyük zararlar olduğu bilinmektedir. 1557 ve 1754 depremlerinde yeniden hasar gören cami onarılmışsa da 1766 depremine dayanamamış, büyük kubbesi tamamen çöktüğü gibi duvarları da tamir edilemeyecek derecede yıkılmıştır. Sultan III. Mustafa, Hâşim Ali Bey'i bina emini tayin ederek önce türbe ve külliye binalarını yaptırmış, Fâtih Camii'nin yeni bir plana göre aynı yerde inşasına ise 4 Rebîülevvel 1181'de önce Sarım İbrahim Efendi, daha sonra da İzzet Mehmed Bey nezâretinde girişilerek 1185 yılı Muharreminde cami ibadete açılmıştır.
Bugünkü Fâtih Camii ilkinden çok farklı olmakla beraber bazı yerlerinde eskisini hatırlatan iz ve kalıntılar mevcuttur. Ayrıca XIX. yüzyıla kadar tek şerefeü olan minarelere bu yüzyıl içinde birer şerefe eklenerek boylan yükseltilmiş, aynı yüzyıl sonlarında da (herhalde 1894 zelzelesinden sonra) külahları taştan yapılarak yenilenmişse de 19661967'de tekrar kurşun kaplı ahşaba çevrilmiştir. Taş külahlar. Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi'ndeki Vakıflar Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi'nde bir ara avluda yeniden kurularak korunmuştur. İlk Fâtih Camii'nin ortada bir büyük kubbesiyle mihrap tarafında bir yarım kubbesi ve yanlarda daha alçak üçer küçük kubbeli bölümleri bulunduğu eski resimlerinden anlaşılmaktadır. İlkinin şekli Mehmet Ağaoğlu. Âli Sâim Ülgen, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Robert Anhegger tarafından hemen hemen kesinlikle tesbit edilmiş olmakla beraber bazı ayrıntılar üzerinde henüz tam bir fikir birliğine varılamamıştır. Ayrıca avlu döşemesinde işlemeli yüzleri tersine çevrilerek kullanılmış bazı mermerlerin Havariler Kilisesinin parçaları olduğu tesbit edilmiştir. İlk Fâtih Camii'nin dış görüntüsü ve planı, Kanunî Sultan Süleyman döneminde XVI. yüzyıl ortasında İstanbul'da bulunan Flensburglu ressam Lorichs'in (Lorck) çizdiği 11 m. uzunluğundaki İstanbul panoramasında ve eski bir su yolu haritasında görülmektedir. Kanunî Sultan Süleyman'ın ilk yıllarında İstanbul'a gelen ve şehrin ayn açılardan iki resmini çizen Flaman asıllı ressam Pieter Coeck van Aalst'ın ağaç oyma gravürlerinde de ilk Fâtih Camii Galata sırtlarından ve Ayasofya'dan görünümü ile tesbit edilmiştir. Bunlara göre cami, etrafı revaklarla çevrili bir iç avluyu takip eden bir son cemaat yerine sahipti. Kavsarası mukarnaslı bir taç kapıdan girilen ana mekânı ortada büyük bir kubbe örtüyordu. Bu mekânın İki yanında kubbeli daha küçük mekânlar bulunuyordu. Caminin mihrabı ise orta mekânın yarısı büyüklüğünde olan ileri taşkın bir bölümde idi. Bu bölümün üstü bir yarım kubbe ile örtülmüştü. İlk Fâtih Camii planı bakımından, ondan az sonra inşa edilen Çemberlitaş yanındaki Atik Ali Paşa Camii'nin çok daha büyük çapta bir benzeri idi. Ayrıca benzeri bir yapı şeması Konya'da II. Selim tarafından yaptırılan Selimiye Camii'nde de tekrarlanmıştır. İlk Fâtih Camii'nden bugüne ulaşabilen kalıntıların başında eski dış avlu kapısı gelir. Bunun üstünde kakma tekniğinde renkli taşlarla bezenmiş bir taç kısmı vardır. Cümle kapısı duvarı ve buna köşelerde bitişik iki minarenin kürsü, pabuç, hatta gövdelerinin başlangıçları da ilk Fâtih Camii'nden kalmıştır. Bunlardan birinci kürsü kısmında taşa işlenmiş olan güneş saati Süheyl Ünver'e göre XV. yüzyılın ünlü âlimi Ali Kuşçu'nun bir hâtırasıdır. İç avluda görülen iki pencere alınlığını süsleyen bir çift çini pano da ilk Fâtih Camii'ndendir. Tamamen XV. yüzyıl özelliğine sahip olan bu çini levhalardan birinde besmele, diğerinde Eski Fâtih Camii'nin Pieter Coeck van Aalts tarafından yapılan bir gravürdeki görünüşü Âyetü'lkürsrden bir kısım yazılmış olup aralarında yalnız XV. yüzyıl çini süslemelerinde görülen sarı renk kullanılmıştır. Bu kalıntılar göz önünde tutulduğunda ilk Fâtih Camii'nin içinin de çinilerle kaplı olduğu söylenebilir.

1766 zelzelesinin arkasından III. Mustafa tarafından yaptırılan bugünkü Fâtih Camii bütünüyle değişik bir düzende inşa edilmiştir. Avluyu takip eden ve son cemaat yerini ayıran kuzey duvarı ilk camiden kalmış, genellikle kabul gördüğü üzere kıble duvarı ileri alındığından cami harimi daha da büyümüştür. Taçkapı üstünde ilk yapıdan kalan Ali Sofi hattıyla yazılmış iki satır halinde bir kitabe yer almaktadır. Caminin esas mekânı (harim), dört yarım kubbe ile desteklenen bir ana kubbe sistemine göre evvelce Şehzade, Sultan Ahmed ve Yeni Valide camilerinde uygulanan düzende yapılmıştır. Dört kemerin desteklediği bu örtü ortadaki dört payeye bindirilmiştir. İkinci Fâtih Camii'nin bütünü eski Türk klasik mimarisine uymakla beraber payelerin yanı yuvarlak köşe pahları, bilhassa kemer ve yarım kubbe başlangıçlarını ayıran kademeli profilli silmeler, XVIII. yüzyılın ikinci yansında Türk sanatına hâkim olan barok üslûbunun özelliklerine sahiptir. Caminin iç yüzeylerini kaplayan kalem işleri nakışlar da barok üslûbundadır. Fakat ikinci Fâtih Camii, İstanbul siluetindeki genel görünümü bakımından klasik üslûptaki eserlerden bir farklılık göstermez. Ayrıca kendinden daha önce yapılmış olan Nuruosmaniye Camii'nin ağır barok görünümünden de uzak kalarak Osmanlı dönemi Türk klasik üslûbuna daha yaklaşıktır.
Türbeler. Fâtih Türbesi. Fâtih Sultan Mehmed 148l'de Gebze yakınındaki Sultançayın'nda vefat edince cenazesi İstanbul'a getirildi ve Fâtih Camii'nin kıble duvarı önünde uzanan hazîre alanındaki türbeye gömüldü. Fâtih'in vefatından önce veya sonra mı yaptırıldığı kesin olarak bilinmeyen bu türbe, 1766 depreminde çevresindeki yapılarla birlikte harap olmuşsa da kısa zamanda onarılmıştır. Bu büyük onarım sırasında türbenin ilk yerine nazaran daha İleriye alındığı iddia edilmiştir. Buna göre türbe daha ileride yeni baştan yapıldığından Fâtih'in mezarı da şimdiki caminin mihrabı altında kalmıştır. Halbuki bazı yeni araştırmalara dayanan bir iddiaya göre Fâtih Camii'nin kıble duvarı ileri alınmamış, türbe de eski yerinde ve ilk binanın temelleri üzerinde kurulmuştur. Bu tartışma, ancak türbe duvarları ve döşemesinde yapılacak ciddi bir araştırma ile halledilebilir. Fakat yaygın bir söylentiye göre Fâtih'in naaşı, türbeden caminin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin sonundaki bir mezar odasında bulunmaktadır. Burasının, aslında yerin derinliklerinde Havariler Kilisesi'nden kalma bir mahzenken türbenin inşasından sonra mezar odası olarak kullanıldığı düşünülebilir. Ayrıca bazı söylentilere göre Fâtih Sultan Mehmed'in naaşı burada tahnit edilmiş olarak durmaktadır. İl. Abdülhamid, bir heyete kabrin içine inme emri verip Fâtih'in cesedinin altındaki tabutluk tabanı değiştirilmiştir.
1782'deki Cibali yangınında halkın yangından kurtardığı eşyalarını cami avlusuna yığması yüzünden buraya sıçrayan ateş türbeyi de sarmış, türbenin içi bütün eşyası ve sandukası ile birlikte yanmıştır. I. Abdüihamid tarafından türbe tamir ettirilmiş, yenilenen kapı söveleri üstüne 1199 (1784-85) tarihli bir kitabe yerleştirilmiş, yeni sanduka ise bir Kabe örtüsüyle örtülmüştür. Sultan Abdülaziz de 1282’de (1865-66) türbeyi tamir ettirerek iç süslemesini yeniletmiştir. Son onarımlar Mehmed Reşad zamanında (1909-1918) ve 1952-1953 yıllarında yapılmıştır. Lâleli Camii Türbesi'ndeki alçı pencerelerin taklidi olan pencereler bu sonuncu onarımda konmuştur.
Türbe sekiz köşeli bir plana göre yapılmış olup üzerini tek kubbe örtmektedir. Giriş kısmında, kapı üstündeki saçağı taşıyan iki sütunlu bir sundurması vardır. Bu bölümün üstünü örten geniş saçak geç bir devirde ilâve edilmiştir. Türbenin dış mimarisi, pencere biçimi bakımından klasik Türk yapı sanatı geleneğine bağlı görünmekteyse de sekiz köşeli esas gövdenin köşelerini kuvvetlice destekleyen çıkıntı halindeki kare payeler ve bunların üzerinde binayı çepeçevre dolanan kademeli profilli silmeler barok üslûbunun açık delilleridir.
Türbenin içinde Fâtih Sultan Mehmed"den başkasına ait sanduka yoktur. Nitekim eski bir gravürde de sade bir sandukadan başka kubbesinde küçük kandillerin asılı olduğu görülür. Abdülaziz tarafından türbe yeniden döşendiğinde içi saraydan gönderilen birçok eşya ile süslendiği gibi kubbesine kristal bir avize asılmış, pencerelerine perdeler takılmıştır.
Fâtih Türbesi Türk edebiyatına, Tâcîzâde Cafer Çelebi'nin 1493'te yazdığı Hevesnâme'deki "Sıfâtı Mezârı Sultân Mehemmed" adlı manzum parça ve Abdülhak Hâmid'in 1877'ye doğru yazılarak ancak 1909'da yayımlanan "Merkadi Fâtih'i Ziyaret" adlı şiiriyle girmiştir. Bu şiirin, devrin iyi bir hattatına yazdınlarak şaire de imzalatılan kopyası bir levha halinde I. Dünya Savaşı'nda törenle türbeye konmuştur.
Gülbahar Hatun Türbesi. Fâtih Türbesi'nin az ilerisinde daha küçük ölçüde olmak üzere zevcesi Gülbahar Hatun'un ayn bir türbesi bulunmaktadır. Bu da sekiz köşeli bir plana sahip üzeri kubbe ile örtülü bir yapıdır. Genel dış görünüşü klasik Türk mimarisine daha sadık bir ifadeye sahip olmakla beraber üst sıra pencerelerin yuvarlak kemerli olması, bunun da 1766 zelzelesinden sonra geniş ölçüde onarıldığını belli etmektedir. Esasen bir belgede de 1181 (176768) tarihinde tamirin bittiği kaydedilmekte ve bu iş için yapılan harcamalar gösterilmektedir. Gülbahar Hatun Türbesi ayrıca 1782 yangınından zarar görmüş ve aynı yıl tamir edilmiştir. Burada Fâtih Sultan Mehmed'in zevcesinden istanbul'un su yollarını gösteren XVII. yüzyıla ait bir haritada Eski Fâtih Camii'nin tasviri başka bir kızı ile iki saraylının da kabri bulunmaktadır.
Nakşıdil Valide Sultan Türbesi. Fâtih Camii naziresine XIX. yüzyılda II. Mahmud'un annesi Nakşıdil Sultan için büyük bir türbe ile yanında bir de sebil inşa edilmiştir. Bu eser dalgalı hatları, dışarıdan dilimli büyük kubbesi, oval pencereleri, yaprak biçimindeki kabartma süsleriyle barok üslûbunun Türk türbe mimarisindeki başarılı bir örneğidir.
Kütüphane. Fâtih Camii ve Külliyesi'nin bir kütüphanesi de vardı. Ancak kütüphane İlk kurulduğunda müstakil bir binaya sahip değildi. İstanbul vakıf kütüphanelerinin altın devri olan XVIII. yüzyılda caminin kıble tarafına kubbeli ayrı bir kütüphane binası inşa edilmiştir. Bu bina da son yıllarda çatladığından boşaltılarak içindeki kitaplar Süleymaniye Kütüphanesi'ne taşınmıştır. 1742'de inşa edilen kütüphanenin dış avluya açılan ve mermer merdivenlerle çıkılan kapısından başka caminin içine açılan ikinci bir kapısı vardır. Burada korunan kitapların rutubetten zarar görmemesi için pek çok benzerinde olduğu gibi yapının altında bir mahzen bulunur. Fakat bakımsızlık yüzünden kubbe ve duvarlarda gittikçe büyüyen çatlaklar bugün son derece tehlikeli bir duruma gelmiştir. Bu yüzden kütüphanenin tamiri önemli bir problem halini almış bulunmaktadır.
Medreseler. Fâtih Sultan Mehmed, şehrin fethinin hemen arkasından Öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesi için Bizans'ın en büyük manastırlarından Pantokrator Manastrfnın keşiş odalarını medreseye çevirmiş, kilisesini de camiye dönüştürmüş ve başına çağının ileri gelen ilim adamlarından Molla Zeyrek'i tayin etmişti. Ayrıca camiye çevrilen Ayasofyanın yanında kurulan ilk medresenin idaresi de Molla Hüsrev'e bırakılmıştır. Fâtih Camii'nin iki yanındaki medreselerin yapımı 1470'te tamamlanıncaya kadar dersler bu medreselerde yapıldı. Külliyenin en değerli elemanlarını meydana getiren medreseler böylece Türkleşen İstanbul'un en Önemli öğretim merkezi olarak şehirdeki üniversitenin ilk başlangıcını teşkil etti.
Caminin iki yanındaki medreselere Sahnı Semân adı verilmişti. Bu büyük medreselerin dışında yine iki yanlarda, arazinin meyilli olmasından dolayı daha aşağıda yer alan Tetimme denilen hazırlık medreseleri inşa edilmişti. Bunlardan Marmara tarafında olanlar, Edirnekapı yönünde uzanan Fevzi paşa caddesinin genişletilmesi sırasında bütünüyle yıktırılmış. Haliç tarafında olanların yerlerine de bir ilkokul yapılmıştır. Ancak tamamen yok edilmeden önce rölöveleri çıkarılmadığından Tetimme medreselerinin tam ve doğru planlan yerine sadece tahminlere dayanan planlan çizilebilmiştir. Ayrıca bu yapıların mimari özellikleri de bilinmemekte, üzerlerinin bir çatı ile örtülü olduğu tahmin edilmektedir. Büyük medreselerden Haliç tarafındakilere Bahri Siyah (Karadeniz), Marmara tarafindakilere Bahrı Sefıd (Akdeniz} medreseleri denilmektedir. Bunlar Saraçhanebaşı'ndan Edirnekapı'ya doğru Baş Kurşunlu, Baş Çifte Kurşunlu. Ayak Çifte Kurşunlu, Ayak Kurşunlu medreseleri diye adlandırılıyordu. Bu eğitim yapılarının her biri on dokuzar hücre ve birer büyük kubbeli dershanemescidden oluşmuştur. Taş ve tuğladan yapılmış olan bütün bu medreselerin ortalannda revaklı avlular vardır. Fâtih Külliyesinin medreseleri 1766 depreminde cami ve diğer müştemilât binaları ile birlikte büyük ölçüde zarar görmüş, dârüşşifâ ihmal edilirken medreseler cami ile beraber derhal onarılmıştır. Ancak Tetimme medreselerinin yıktırılmasından sonra toprak tabakasının cadde seviyesine kadar indirilmesi yüzünden Akdeniz medreselerinin yan duvarları tehlikeli duruma girdiğinden bunları kalın gergi demirleriyle destekleme gereği duyulmuştur. Fâtih Külliyesinin ayakta kalabilmiş sekiz büyük medresesi, 1955'ten itibaren zaman zaman Vakıflar İdaresi tarafından büyük ölçüde onarılarak öğrenci yurdu halinde kullanılmaktadır.
Tabhâne. Fâtih Külliyesi'nin önemli parçalarından olan tabhâne, Akdeniz tarafındaki Baş Kurşunlu Medresesinin ilerisinde İnşa edilmiştir. Esasında misafirhane olan bu bina da bir medrese mimarisine sahip olup itinalı bir işçilikle yapılmış ve tabhâne fonksiyonu kalktıktan sonra medrese olarak kullanılmıştır. Mescid mekânının herhalde 1766'da yıkılan kubbesi 1956'dan sonra yeniden yapılmıştır. Burada ayrıca gerek külliyenin görevlilerine, gerek tabhânede kalanlara ve gerekse medreselerde barınan öğrencilere yemek çıkaran aşhaneimaret bulunuyordu. Arazinin yüksek bir yerinde inşa edildiğinden binanın altında ayrıca bir kervansaray yapılmıştı.
Dârüşşifâ. Tabhânenin simetriğinde, Karadeniz tarafındaki medreselerinin hizasında İstanbul'un Türk dönemine ait ilk hastahanesi olan dârüşşifâ inşa edilmişti. Burası ortası açık avlulu, etrafında hücreleri olan medreseyi andırır bir yapı idi. Güney tarafında kubbeli bir mescid vardı. Arşivdeki bazı belgelere göre dârüşşifânın mütevellisi Osman Ağa, 27 Zilkade 1239 (24 Temmuz 1824) tarihli yazısı ile binanın 1160 ([17471, doğrusu 1179 11766] olacak) zelzelesinde hayli harap hale geldiğini, metruk halde bulunan yapının üzerindeki kurşunların eksilmekte olduğunu bildirerek bunların kaldırılmasını, dârüşşifânın da yıktırılarak arsasının satılmasını istemektedir. II. Mahmud ise dârüşşifânın ihyasını veya hana çevrilmesini uygun görerek Hassa mimarı Mustafa'nın bir keşif yapmasını emretmiştir. Mütevelli ile iyi uyuştuğu anlaşılan mimar raporunda, dârüşşifânın üstü ahşap çatılı otuz beş odalı bir hana dönüştürülmesinin çok masraflı olacağını İleri sürerek fazla gelir sağlamayacak bu proje yerine dârüşşifânın yıkılmasının ve ahşap evler yapılmak üzere arsanın satılmasının daha uygun olacağını bildirmiştir. Böylece dârüşşifânın hücreleri ortadan kalkmış, yalnız mihrap kısmı çıkıntı teşkil eden ve keşif planında yemekhane olarak gösterilen kubbeli mescid bırakılmıştır. Bu bölüm Demirciler Mescidi adıyla bir süre kullanılmış, hatta Paspatis tarafından eski bir Bizans kilisesi kalıntısı olduğu sanılarak öylece tanıtılmış ve bir süre yayınlara bu şekilde girmiştir. Arşivde bulunan plan, dârüşşifânın gerçek düzeniyle mahalle mescidi olan kısmını açıkça ortaya koymaktadır.
1870'lerde çizilen İstanbul planında dârüşşifânın yeri yapı adalarına bölünmüş olarak görülmektedir. Ayrıca eski fotoğraflarda mescidin büyük kubbesi de belirlidir. İstanbul'da derin izler bırakan 1894 zelzelesinde DârüşşifâDemirçiler Mescidi'nin önemli ölçüde harap olduğu anlaşılmaktadır. 1895'te bir harabe durumunda olan bu yapı 1908'de Çırçır, arkasından da 1918 yangınında çevredeki ahşap evlerin yanmasıyla daha da harap olmuştur. Geçen zaman içinde bir daha onarılmayan bu bölüm tamamen yok olmuş. Eski Şifâhâne ve Keresteciler sokaklarının sınırladığı parsellerde de evler yapılmıştır. Bunların aralarındaki boş arsalarda 1950'lere kadar görülebilen son duvar kalıntıları bugün yok olmuştur. Önceleri buradaki evler bütünüyle istimlâk edilerek eski temelleri üzerine dârüşşifânın ihya edilmesi ve burada bir Fatih Kültür Merkezi'nin yapılması tasarlanmış, fakat bu da gerçekleşmediğinden arsa ve evlerin yerine apartmanlar inşa edilmiştir. Bugün dârüşşifâdan hiçbir iz kalmamıştır.
Muvakkhhâne. Çörekçi ve Boyacı kapıları arasında, Fatih Meydam'na bakan bir yerde olan muvakkithânenin esas binasının eskiden yapıldığı ve sık sık ahşap olarak yenilendiği bilinmektedir. Sadrazam Hacı Mehmed Paşa tarafından 1163'te (1749-50) ve III. Selim zamanında (1789-1807) tamir ettirilmiş, I918yangınında ise tamamen yanarak ortadan kalkmıştır.
Hazîre. Fâtih Camii'nin, kıble tarafında etrafı duvarla çevrili olarak uzanan naziresinde aralarında sivil, asker, ulemâ ve meşâyihten ünlü şahsiyetler bulunan pek çok kişi yatmaktadır. Genellikle XIX. yüzyıla ait olan bu kabirler arasında Plevne kuşatmasının ünlü kumandanı Gazi Osman Paşanın da türbesi yer alır.
Kervansaray. Fâtih Külliyesi'nin kervansarayı tabhâne ile aşhaneimaretin altında bulunmaktadır. 1766 zelzelesinden sonra külliyenin zarar görmesinden endişe duyularak içi toprak doldurulmuş ve tonozu kısmen yıkılmış olan bu bölüm 1980'li yıllarda Vakıflar İdaresi tarafından temizlenerek tamir edilmiş ve cadde tarafında önüne yapılan yeni dükkânlarla birleştirilmiştir. Bu sırada kervansarayın içinde, ne işe yaradığı anlaşılmayan ve hiçbir taşıyıcı görevi bulunmayan dikili durumda kalın bir taş sütun ortaya çıkmıştır.
Çarşı (Arasta). Fâtih Külliyesi'nin güney tarafında birçok dükkândan meydana gelmiş, vakfiyelerde de adı geçen büyük bir çarşı bulunuyordu. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yazıldıkları tahmin edilen ramazannâmelerden birinde burası, "Beş kapısı vardır ayan / Ehli dilden olmaz nihân / Dükkânları kagir bina / Cedîd oldu öyle seyrân" mısraları ile anlatılır. İçlerinde saraç esnafı yerleştiğinden Saraçlar, Kavaflar çarşısı veya Saraçhane olarak adlandırılan bu çarşıya ait dükkânlar XX. yüzyılın başlarında oldukça eksilmesine rağmen birçok dükkân gözü hâlâ duruyordu. 1918'de büyük Fatih yangınından sonra bunlar da ortadan kalktığından külliyenin evvelce oldukça geniş bir alanı kapladığı eski bir şehir planından anlaşılan çarşısından bugün pek bir şey kalmamıştır. Ancak günümüzde Saraçhanebaşı mahallesinde Dülgerzâde Camii'ne komşu kagir tonozlu bir iki dükkân hücresinin bu çarşının son kalıntıları olduğu sanılmaktadır.
Hamam. Külliyenin güney tarafında bir de hamam yapılmıştı. Burada arazi çevreye nazaran daha derin olduğundan ve hamam bu çukurun içinde bulunduğundan "Çukur Hamam" olarak adlandırılmıştır. 1766 depreminde büyük ölçüde zarar gören hamam daha sonra tamir edilmediğinden başka maksatlarla kullanılmış ve zamanla harap olmuştur. Gh. Texier ancak uzun aramalardan sonra hamamı bulabilmiş ve tam doğru olmayan bir planını çizerek yayımlamıştır. Çok büyük ve oldukça süslü bir yapı olduğu anlaşılan Çukur Hamam bu tarihten sonra o derece tahribe uğramıştır ki İstanbul hamamları hakkında bir kitap yazan H. Gtück 1917 yılında bu yapının en ufak bir izini bile bulamamıştır.
Fâtih Camii ve Külliyesi'nin İstanbul'un şiddetli her zelzelesinden zarar görmesi sağlam bir zemin üzerine oturmadığını gösterir. Tetimme medreseleri gibi ona destek olacak bazı unsurların ortadan kalkması da yapıya zarar vermiştir. İstanbul'un fethinden sonra kurulan bu ilk büyük selâtin külliyesinin bugün pek çok parçasının eksilmiş durumda olması şehrin Türk devri tarihi bakımından büyük bir kayıptır.

HER MÜSLÜMANIN BİLMESİ GEREKEN SORULAR VE CEVAPLARI:

$
0
0



D. karasuGÜZEL SÖZLER
- 11:15



D. karasuoriginally shared:

HER MÜSLÜMANIN BİLMESİ GEREKEN SORULAR VE CEVAPLARI:

1. Allah kaçtır? : Allâh-ü Te'âlâ birdir.

2. Rabbin kimdir, seni kim yarattı? : Rabbim, beni yaratan Allâh-ü Te'âlâ' dır.

3. Dinin nedir? : İslâm'dır.

4. Kitabın hangi kitaptır? : Kur'ân-ı Kerim'dir.

5. Kıblen neresidir? : Kıblem Kabe-i Muazzama'dır.

6. Kimin kulusun? : Allâh-ü Te'âlâ' nın kuluyum.

7. Kimin zürriyetindensin? : Hz. Adem aleyhisselamın zürriyetindenim.

8. Kimin milletindensin? : Hz. İbrahim aleyhisselamın milletindenim.

9. Kimin ümmetisin? : Hz. Muhammed aleyhisselamın ümmetiyim.

10. Müslüman mısın? : Elhamdülillah Müslümanım.

11. Müslüman kime denir ? : Allâh-ü Te'âlâ'yı bir kabul eden, Kur'ân-ı Kerimkitabı ve Hz. Muhammed Mustafa'yı (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) peygambe olarak kabul eden kişiye denir.

12. Ne zamandan beri müslümansın? : Cenab-ı Allah'ın ruhlarımızı yaratıruhlarımıza hitaben “Ben sizin Rabbınız değil miyim (Elestü birabbiküm) ?diye sorduğunda “Evet Rabbimizsin (Bela)” diyerek kabul ettiğimiz zamanda(Galû Bela'dan) beri müslümanım.

13. Allâh-ü Te'âlâ'nın varlığı ve birliğine akli delilin nedir? : Bu alemin varlığı valemdeki düzenin hiç bozulmadan devam etmesidir.

14. Allâh-ü Te'âlâ'nın zatı hakkında düşünce caiz midir? : Caiz değildir. İnsanıidraki zatını anlamaktan acizdir, ancak sıfatları hakkında düşünülür.

15. Peygamberimiz kaç tarihinde doğdu? : Miladi 20 Nisan 571 pazartegünü ( Rebiül Evvel ayı 12 - Fil yılı ) doğdu.

16. Peygamberimiz kaç tarihinde vefat etti ?: Miladi 8 Haziran 632 Pazartegünü (Rebiül Evvel ayı 12 - Hicri 11 yılı ) vefat etmiştir.

17. Peygamber efendimiz nerede doğdu ? : Mekke-i Mükkereme'de doğdu.

18. Peygamberimiz kabri nerededir? : Kabr-i Şerifi Medine-i Münevvere dRavza-i Mutahhara'dadır.

19. Peygamberimizin kaç adı vardır? : Güzel isimleri çoktur MuhammedMuhammed Mustafa, Ahmed, Mahmud, Hamid.

20. Peygamberimizin en çok anılan isimleri nedir? : Hz. Muhammed Mustafdır (Sallallahu Aleyhi vesellem).

21. Peygamber efendimizin babasının adı nedir? : Abdullah' tır.

22. Peygamber efendimizin dedesinin adı nedir? : Abdülmuttalip' tir.

23. Peygamber efendimizin annesinin adı nedi ? : Amine hatundur.

24. Peygamber efendimizin süt annesinin adı nedir?: Halime hatundur.

25. Peygamberimiz kaç yaşındayken kendisine fiilen peygamberlik geldi? : 40 yaşında geldi.

26. Fiilen kaç sene Peygamberlik yaptı?: 23 Sene Peygamberlik yaptı.

27. Peygamberimiz kaç yaşında vefat etti? : Hicri 63 yaşında vefat etti. (Miladi hesap : 61 Yaşında vefat etti. )

28. Peygamberimizin kaç kızı vardır ? : 1. Zeynep (r.a.) 2.Rukiye(r.a.) 3.Ümmü Gülsüm(r.a.) 4. Fatıma (r.a.) dır.

29. Peygamberimizin kaç oğlu doğdu? :1.Kasım (r.a.) 2. Abdullah(r.a.) 3.İbrahim (r.a.)

30. Peygamberimizin Mübarek hanımlarını (yani Ezvacı tahirat) sayınız : Hz.Haticetül Kübra(r.a.), Hz.Sevde(r.a.), Hz.Aişe (r.a.), Hz.Hafsa(r.a.), Hz.Zeynep binti Huzeyme (r.a.), Hz.Ümmü Seleme(r.a.), Hz. Zeynep binti Cahş(r.a.), Hz.Cuveyriye (r.a.), Hz.Ümmü Habibe(r.a.), Hz.Safiyye(r.a.), Hz.Meymune(r.a.), Hz.Mariye (radiyallahü anhünne) validelerimiz, bunlardan Hz.Hatice (r.a.) validemiz Peygamber efendimizin ilk zevcesidir. Efendimizden 15 yaş büyük olup 25 sene beraber hayat sürmüştür.

31. Peygamberimizin 53 yaşına kadar tek hanımla evli olup 53 yaşından sonraki evliliklerini izah edermisiniz? : Peygamberimiz kabilelerin islamiyete bağlanmalarının temini, kadınlara ait hükümleri kadınlar vasıtasıyla yaymak, bazılarını sefaletten kurtarmak bazılarının da iffet ve namuslarını korumak için onlarla evlenmiştir. Asıl hikmet ve gaye kadınlar vasıtasıyla islamı yaymaktır.

32. Peygamber efendimizin en son vefat eden hanımı kimdir? : Hz. Aişe(r.a.) annemizdir.

33. Gelmiş ve gelecek insanların en yücesi kimdir? : Peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi vesellem dir.

34. Peygamber efendimizin kaç torunu vardır? : Hz.Hasan (r.a.) Hz.Hüseyin (r.a.) dır.

35. Hz.Hasan(r.a.) ve Hz.Hüseyin(r.a.) kimin çocuklarıdır? : Hz. Ali(r.a.) ve Hz. Fatıma (r.a.) ın çocuklarıdır.

36. Peygamber kime denir? : Allâh-ü Te'âlâ'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ için vazifelendirdiği zatlara denir.

37. İlk insan ve ilk peygamber kimdir ?: Hz.Adem aleyhisselamdır.

38. Allâh-ü Te'âlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sayısı kaçtır? Peygamberimizden yapılan bir rivayete göre 124.000 dir. Bir rivayete göre de 224.000 dir.

39. Kur'ân-ı Kerimde isimleri geçen peygamberleri sayınız : 1.Adem(a.s.) 2.İdris (a.s.) 3.Nuh (a.s.) 4.Hud (a.s.) 5.Salih (a.s.) 6.İbrahim (a.s.) 7.Lûd (a.s.)
8.İsmail (a.s.) 9.İshak (a.s.) 10.Yakup (a.s.) 11.Yusuf (a.s.) 12.Eyyup (a.s.) 13.Şuayb (a.s.) 14.Musa (a.s.) 15.Harun (a.s.) 16.Davud (a.s.) 17.Süleyman (a.s.) 18.Yunus (a.s.) 19.İlyas (a.s.) 20.Elyesa (a.s.) 21.Zülkifil (a.s.) 22.Zekeriya (a.s.) 23.Yahya (a.s.) 24. Uzeyir (a.s.) 25.Lokman (a.s.) 26.Zülgarneyn (a.s.) 27.İsa (a.s.) ve 28. Hz.Muhammed Mustafa (Sallallahu Alâ nebiyyina ve aleyhim ecmain hazretleridir). (Uzeyir, Lokman ve Zülgarneyn (a.s.) için bazı bilginler veli demişlerdtir.)

40. Melek nedir? : Allâh-ü Te'âlâ nın nurdan yarattğı, ve Allâh-ü Te'âlâ nın bütün emirlerini yerine getiren ve istedikleri şekle girebilen daima ibadet eden günahsız varlıklardır.

41. Meleklerin peygamberleri hangileridir?: Cebrail (a.s.) , Mikail (a.s.) , İsrafil (a.s.), Azrail (a.s.) dır.

42. Allâh-ü Te'âlâ' nın kitapları kaçtır?: 4 Büyük kitap, 100 suhuf vardır. Büyük kitaplar: 1. Tevrat: Musa (a.s.), 2. Zebur: Davud (a.s.) 3.İncil: İsa (a.s.) ve 4. Kur'ân-ı Kerim : Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimize inmiştir.

43. Suhuf (Sayfalar) kaç tanedir ? :100 suhuf (sayfa) vardır. 10 u Adem (a.s.), 50 si Şît (a.s.), 30 u idris (a.s.), 10 u da İbrahim (a.s.) a inmiştir.

Duru Yazilar: Lokman Suresi 15. Ayetin Sebebi Nuzulu,

SEYYİDÜL İSTİĞFAR DUASINI FAZİLETİNİ BİLİYORMUSUNUZ

$
0
0



Metin yiğitDUALAR
- Dün 22:10
#Allah


SEYYİDÜL İSTİĞFAR DUASINI FAZİLETİNİ BİLİYORMUSUNUZ
Allahümme ente Rabbî lâ ilahe illâ ente ...halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve vâ’dike mes’tetâtü eûzü bike min şerri mâ sanâtü ebû’ü leke bi-nîmetike aleyye ve ebû’ü bizenbî fağfirlî zünûbî feinnehû lâ yağfıruz-zünûbe illâ ente bi’rahmetike yâ erhamer’râhimîn”

Ma’nâsı: “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka (ibâdete lâyık) hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın. Şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, Zât-ı Ecelli âlâna verdiğim sözde durmağa çalışıyorum. Ya Rabbi! işlediğim günahların şerrinden sana sığınıyorum.Bana lütuf ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itiraf ediyorum, günâhlarımı da itiraf ediyorum. Yâ Rabbi! Beni mağfiret buyur (günâhlarımı bağışla), zira senden başka günâhları bağışlayacak (mağfiret edecek, af edecek) yoktur.”

Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Her kim, bu duâyı inanarak sabahleyin okur da o gün akşama çıkmadan ölürse o kimse cennetliktir. Her kim de akşamleyin okur da, sabah olmadan (sabaha çıkmadan) ölürse o kimse cennet ehlindendir (Cennete girecektir).” buyurdular. (Buhari) 

HACCA GİDENLERDEN ABDURRAHMAN AFFEDİLMEDİ!

$
0
0



Mehmet Mustafa PayasTartışma
- 22:17
#Hadis

HACCA GİDENLERDEN ABDURRAHMAN AFFEDİLMEDİ!
Mâlik bin Dînâr Hazretleri bir yıl hacca gitti.
Haccını tamamladığı gece rüyâsında bir ses işitti:
"Yâ Mâlik! Hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahmân affedilmedi." dedi.
Sabahleyin çevresinde Muhammed oğlu Abdurrahmân'ı aramaya başladı.
Sordukları kimse ona: "Aradığın kimse Kur'ân ehlidir...Her yıl hacca gelir." dediler.
Araya araya onu bir köşede Kur'ân okurken buldu...Abdurrahmân onu görünce bir âh çekip bayıldı...Daha sonra şöyle dedi:
"Beni rüyânda gördün. Bana, Allahü teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?"
Mâlik bin Dînâr Hazretleri çok şaşırdı...Ona hayret edip sordu:
"Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor...Ne günâh işledin?"
"Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum.Bu sırada babam beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi âzât ettim.Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim.Her yıl böyle hacca gelir duâ ederim...Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rüyâmda: "Allah seni affetmedi." diye söyler."
Tekrar ağlamaya başladı.
Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini öğrenerek onun yanına gitti.Babası o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı:
"Hoşgeldin yâ Mâlik!"
"Beni nasıl tanıdın?"
"Bugün Allahü teâlâya duâ edip, seni görmeği dilemiştim."
"Seni ziyâretimin bir sebebi var."
"Buyurun bir isteğiniz varsa hemen yerine getiririm."
"Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân'ı tutup Cehennem'e götürüyorlar...Onu bu hâlde görsen üzülmez misin?"
Bunu duyunca babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki:
"Sen şâhit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helâl ettim."
Daha sonra Mâlik bin Dînâr, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi:
"Baban senin suçunu bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek."
Bunu duyunca Abdurrahmân ağlayarak tekrar bayıldı.
Bu sırada babası geldi.
Mâlik bin Dînâr'a ricâ etti.
"Oğlumu affettim. Öbür âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum...Şehâdet getirip rûhunu teslim etsin."
Mâlik Hazretleri, şehâdeti telkin etmeğe başladı.
Fakat Abdurrahmân cevap vermiyordu.
Nihâyet gözlerini açıp, karşısında babasını görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki:
"Babacığım ne olur, gel sende benim gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!"
Babası:"Ey gözümün nûru!..Ben suçunu bağışladım...Senden râzı oldum." dedi.
Bu sırada Abdurrahmân iki defâ şehâdet getirdi.
Mâlik bin Dînâr ona sordu:
"Hâlin nasıldır?"
"Baygın halde iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana:""Baban senden râzı değil!..Bu topuzla senin başına vuracağım" dedi.
Az sonra, başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: "Şehâdet getir! Baban ve Allahü teâlâ senden râzı oldu." dedi.
Bunları söyler söylemez rûhunu teslim etti.
Mâlik bin Dînâr hazretleri sâlih kimseleri sevmeyi anlatır ve onlara düşman olmaktan sakındırırdı.
Bu hususta:"İnsan, kendisi sâlih olmadığı halde sâlihlerin şeref ve haysiyetine dil uzatacak olursa, başka günahı olmasa bile bu ona yeter!" buyurdu.
ALEMLERE RAHMET.COM SİTESİNDEN ALINTIDIR..
Allahım bizleri annemiz ve babamızdan hayır duası alan , çocuklarımıza hayır duası eden kullar eylesin....Allahım bizi evladımıza külfet evlatlarımızıda bizlere külfet değil.ailemizi zürriyyetimizi göz aydınlığı eyle.. .Allahım dualarımızı dualarınızı kabul ve makbul etsin..

Dua

$
0
0



Halit YıldızDUALAR
- 08:13


🍀🌹BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM 🌹🍀

وَالصَّافَّاتِ صَفّاً

فَالزَّاجِرَاتِ زَجْراً

فَالتَّالِيَاتِ ذِكْراً

إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ

Sâffât suresi 1-2-3-4. Ayet:
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (ALLAH'ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.....

🍃🌹🌹🌹ELHAMDÜLİLLAH 🌹🌹🌹🍃

Bizleri yaratan ve bizlere her türlü nimeti veren insanlığın en karanlik döneminde bir hidayet rehberi olarak HZ.MUHAMMED(sav)'i gönderen Alemlerin Rabbi ALLAH(c.c)'a sonsuz hamd-ü senalar onun sevgili kulu ve Peygamberine(sav) salat-ü selamlar olsun..!
ELHAMDÜLİLLAH...

ALLAH C.C rahmeti merhameti bereketi hidayeti sevgisi gönüllerinize olsun

HAYIRLI SABAHLAR....
Değerli arkadaşlarım.....
kardeşlerim......

GÜNÜMÜZ HAYR OLSUN
KAZANCINIZ BEREKETLİ OLSUN.....
Huzurlu sağlıklı bereketli sevdiklerinizle mutlu günler geçirmeniz dileklerimle
Her güzellik gönlünüzce güzel olsun.
Bâki olan ALLAH C.C EMANETSİNİZ selam dua ile sağlıcakla kalınız.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Allâhümme yâa mukallibe'l-kuluub, sebbit kalbii alâa diynike ve taatike'l-islâm...

Ey kalbleri döndüren (kalblere hükmeden) ALLAH'ım; benim kalbimi dinin ve İslâmî itâatın üzerine sâbit kıl.


ALLAH 'ım !
Hayırlısı ile senden niyaz ediyorum
ALLAH'ım!
Senin dileğin ne ise benim arzum da odur.
Senden istenen şeylerin hayırlısını, duanın hayırlısını, kurtuluşun hayırlısını, işlerin hayırlısını, sevabın hayırlısını, hayatın hayırlısını, ölümün hayırlısını istiyorum. Beni dinimde sabit kıl, mizanda sevaplarımın ağır gelmesini nasip eyle, imanımı gerçek eyle, derecelerimi yükselt, namazımı kabul eyle, günahımı bağışla...
şüphesiz dualarımızı işiten ve kabul eden sensin rabbim hayırlısı ile duamı kabul buyur Âmin
Essâlâtü vesselâmü âleyke yâ seyyidinâ l evveline vel âhirin Ve selâmün alâl mürselîn velhamdulillâhi rabbîl âlemîn. .
Cümlemize inşaAllah. 

Dün öldü bugün canveriyor

$
0
0



_Hüseyin Taha_ _Küskü_GÜZEL SÖZLER
- 19:57


Dün öldü bugün canveriyor;

yarın henüz doğmadı,

zamanın kıymetini bilin,

ömrü boş işler peşinde harcamayın,

şöhretten sakının,

insanlar bugün över, yarın söverler,

ölçünüz allah rızası olsun.

şükredin bütün azalarınız ile
şükrederek gerçek şükreden'lerden olun,

sadece dil ile şükreden kimsenin şükrüaz olur

gözün şükrü bir hayır gördüğü anda ibret almak

şer gördüğünde ise örtmektir.

Kulağın şükrü bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek,

şer işittiği zaman onu unutmaktır.

Ellerin şükrü haram'a uzanmamaktır.

Midenin şükrü helal yemek

ayakların şükrü harama gitmemektir

kim böyle yaparsa gerçek şükredenlerden olur....

öfkelenmeyin öfke ve şehvet insanı küfre götürür.

Kişi gazabını yenmedikçe takva sahibi olamaz

sabredin, sabır güzeldir, susmak sabırdandır.

Makamların en yükseği fakirliğe sabretmektir

dünya ahiret rahatınız için kötü ahlak sahibleri ile görüşmeyin

ey müminler nefsinizin kölesi olmayın

Elif Olmak

$
0
0



MURAT ALTAYGÜZEL SÖZLER
- 22:52



" Elif Olmak "

elif" olmak zordur
cünkü "elif" olmak
yuvarlak bir dünyada dik durmanın
dik ve önde belki acıyla
ama vazgeçmeden durmanın
dünya ne kadar dönerse dönsün
olduğu yerde kalmanın adıdır "elif" olmak

zordur "elif" olmak
"elif" olmak hep vurulmaktır
"elif" olmak yalnızca "elif" olmaktır

"elif" demeden hiçbir şey denilemez
ben "elif" dedim
artık her şeyi söyleyebilirim*

Dostum, "elif" olmayı dilemişim sanırım bir vakt-i seherde, bir
cesaretle….zor( luğunu) bilmemişim o zamanlarda; dilemişim..yar'ı n
huzurunda bir "elif" misali durabilmeyi dilemişim; oysa şimdilerde
dizlerimin bağı çözülür; diz çökerim..be'ye meylederim; "başlasın bu
cümle artık!" derken yine "elif" misali kalıveririm bir bir'in
huzurunda..yine zorlukla, yalnızca, yalın-ca…

"elif" olmak zor imiş!

Ama her elif'in yanında akvâ olan'ın yardımı, yar'lığı var imiş!!

Dostum, bilir misin "elif " olmaya talip olmak nedir, bilir misin
insan nasıl "elif" olur? dilersin o'ndan sadece o'nun yar-lığını,
dilenirsin…o' nun kucağından başka mekanlar sana soğuk gelir, üşürsün
bir ağustos sıcağında..yürüdüğün yollar sana yabancı gelir; bildik
mekanlar sıkar seni..tanımadığın sîmalar sana âşina gelir,
tanımadığın kişiler senin niyazına girer; tanıdıkların ise yabancı
nazarlarla bakarlar sana. hikmetine eremediğin hallerle örülür
hayatın; susmayı seversin; sükûtu seversin; sükûtu hal edinenleri
seversin…

Dostum, bilir misin, "elif" bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…
sadece kendinden önceki harfe bağlanır; en önceki'ne belki de..sen,
dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit "elif" olmaz
adın..sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak; ama herkes
yüklenir üzerine..yardı msız yar'lar doluşur dünyana.."yardı mıyla
gelen yar" gitti diye…

Aklımın al(a)madığı hallerin eteğinde gezinir dururum; belki aklım
acziyetiyle susabilmeyi öğrenir diye..başımı tâ yüreğime kadar eğer,
dinlerim o kısık fısıltıyı şimdilerde…

Dostum, şimdilerde "elif" der susarım; elimi bileğime koyar dinlerim
nabzımı..atışları , dünyadaki hiç kimsenin isminde artmaz…yüreğim
dünyadaki kimsenin isminde titremez; bu belki de lütuftur,
yar'dandır …bu, belki de "elif "olmanın gereğidir.

Allahu a'lem…

"elif" olmayı dileten de "var"imiş dostum;

"yar" olmayı dileyen imiş…

Alnı Secdede Donmuştu

$
0
0



HAK YOLUNDA SAVAŞANLARTartışma
- 00:33
#Mevlana


Alnı Secdede Donmuştu

Hz. Mevlânâ"da Hz. Peygamber (s.a.)"in Hayatından Bazı Yansımalar

Hazreti Mevlânâ her Allah dostu gibi Hz. Peygamber (sav)"e meftûn idi.

“Men hâk-i reh-i Muhammed Muhterem; Eğer çi cân dârem”

“Hayatta olduğum sürece ben, Hz. Muhammed (sav)"in yolunun toprağıyım” özlü sözleriyle bu keyfiyeti billurlaştırmıştı.

Şüphesiz Abdulhakim Arvâsi Hazretlerinin de ifadesiyle; “Hz. Muhammed (s.)"i sevenler, O"nun çektiğini çekerler,” dediği gibi, hayatında gerçekleşen bazı olaylar O"nu sevenlere de bir şekilde nasibkâr olarak yansır. Fakir buna; “seven, sevdiğinin kaderini paylaşır” ifadesiyle açıklık getirmek isterim. Bu yazımda Hz. Mevlânâ"dan Hz. Peygamber Efendimiz (s.)"in yaşadıklarına paralellik arz eden çarpıcı olduğuna inandığım bazı örnekleri arz etmek istiyorum. Şimdi bu örnekleri bereketini umarak görelim.

1. Sultan Veled, babasının gece Rabbiyle baş başa kalmaktan çok hoşlandığını kaydeder. Tıpkı Hz. Peygamber Efendimiz (sav) gibi O yüce Rasül"ün günlük 5 vakit namazı vasatî 1.5-2 saati bulurdu. Kendisine farz, ümmetine müekked sünnet olan Teheccüd namazını da 3-6 saat kadar bir zaman zarfı içinde kılardı. Yani teheccüdü günlük beş vaktin en azından iki misli daha uzundu. Uzun uzun ayakta durur, mübarek ayakları şişerdi. Secdelerde uzun uzun kalırdı. Bir keresinde annemiz Hz. Aişe (r.anha), uzun bir süre alnını secdeye koymuş hareketsiz duran Hz. Rasülüllah (sav)"i vefat mı etti endişesiyle, O"na doğru eğilip eliyle dokunduğunu ve “Ümmetî” duasıyla için için ağladığını ve secde yerinin ıslandığını görür.

O"nun manevi mirasçısı Hz. Mevlânâ da soğuk Konya kışlarından birinde gece Karatay Medresesine gider orada sabah namazına kadar teheccüd namazı kılar. Oğlu Sultan Veled, babasının biraz gecikmesi üzerine endişelenerek hemen medreseye gider. Orada gördüğü manzarayla irkilir. Babası, alnını medresenin taş zeminine koymuş için için ağlamakta derin derin niyazlar etmektedir. Omzundan tutup kaldırmak ister; fakat kaldıramaz; başı yere yapışmış gibidir sanki.

Biraz dikkatli bakınca kandil ışığı altında hayretle, Mevlânâ"nın gözyaşlarının donarak alnını taşa yapıştırdığını görür. Hemen bir ibrikle ılık su getirip secde yerine dökerek buzları çözer ve “Babacığım, sabah namazı vakti geldi” diyerek onu yavaşça ve hürmetle yerden kaldırır. O sırada derin bir vecdle kendinden geçmiş Mevlânâ dalgın gözlerle oğluna, “Yavrum beni Rabbimden ayırdın” anlamında “Yavrum bize kıydın” der. Çünkü Mevlânâ, Mesnevî"de seher vaktinde dökülen ihlaslı gözyaşlarının kalbe hayat veren nisan yağmurları misâli olduğunu belirtir. Daha çok ağlayanların kalplerinin daha diri olacağını ifade eder.

Bugün her üç Amerikalıdan birinin evinde Mevlânâ"nın seçme şiirlerinin bulunduğu kaydedilir. Amerika"da Rûmi Merkezlerinden birinde Mesnevî dersleri veren ama ibadet yönü, dindarlığı hemen hemen sıfır olan Türk asıllı bir Amerikalı derse gelen Amerikalı bir öğrencisine hayretle şu itirafta bulunur:

“Ben Mevlânâ"nın dini yönünü, ibadetini, Kur"an"a ve Peygamber"e olan inancını hiçbir zaman anlatmamama rağmen, derslerime gelenler, nasıl oluyor bir türlü anlamıyorum, Mevlânâ"nın dinine girip Müslüman oluyorlar.”

2. Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) Medine sokaklarından birinde gezmektedir. Birden sokakta oynayan çocuklar şakacıktan Peygamber Efendimiz (s.)"in etrafını kuşatıp bir halka içine alırlar; “Seni esir aldık; artık bizim esirimizsin” derler. Rahmet Peygamberi (sav) bu yavruların oyununu bozmaz. O da onlara katılır;

“Tüh” der “Şimdi Ben esirim; halim nice olacak, vah Bana!”

Çocuklar; “Esirlikten bir şartla kurtulabilirsin” deyince O mânâ abidesi Peygamber (sav)

“Kurtulmam için ne yapmam gerekiyorsa söyleyin yapayım” karşılığını verir. Çocuklar

“Ya Rasulullah ancak fidye verirsen kurtulursun” diye şartlarını söylerler.

O da “Ama üzerimde verecek pek fazla şey yok” diye mukabele eder. Çocuklar:

“Ne varsa üzerinde ver, razıyız” derler.

Hz. Rasulullah üstünü başını yoklayıp çocuklara yetecek kadar hurma çıkarır ve onlara verir. Onlar da “Artık tamam hürsün” deyip Rasulullah (sav)"ı serbest bırakırlar.

Peygamberimiz bu durum karşısında tebessüm ederek:

“Kardeşim Yusuf gibi pek ucuza gittim” der. “Onu yanlarında alıkoymak istemedikleri için ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.” (Yusuf, 12/20).

Bu olayın aynısı Hz. Mevlânâ"nın da başından geçmiştir. Hz. Mevlânâ bir gün Medreseden dönerken, sokakta oynayan çocuklar hemen onu daireye alırlar ve

“Tamam, artık bizim esirimizsin kurtuluş yok” derler.

Hazret, hafifçe bir tebessümle ellerini kaldırarak onların bu oyununa katılır.

“Vah bana! Esir düştüm” der. Sanki üzülmüş gibi yaparak;

“Peki kurtulmam için ne yapmam gerek, esaretten nasıl kurtulabilirim?” der. Çocuklar “Ancak fidye verirsen seni serbest bırakırız; yoksa esirimiz olarak kalırsın” derler.

Hz. Mevlânâ üstünü başını yoklar cebinden dokuz ceviz çıkarır.

“Bunları versem kurtulur muyum?” diye karşılık verir.

Çocukların da hedefi zaten böyle bir şey olduğundan hemen cevizleri alarak Mevlânâ"nın yanından ayrılırlar. Hazret onların ardından tebessümle bakarak aynen Hz. Rasul (s.) gibi “Yusuf Peygamber gibi ucuza gittik” diyerek Yusuf sûresi 20. ayete telmihte bulunur. “Onu yanlarında alıkoymak istemedikleri için ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.” (Yusuf, 12/20).

3. Hz. Rasûlallah (s.) bir gün Mescid-i Nebevî"de ashabıyla sohbetteyken, ansızın içeri bir deve girer. Çiğnenmemek için herkes bir kenara kaçar. Peygamber Efendimiz sükûnetini bozmaz, yerinde oturmaya devam eder. Deve soluk soluğa, gözlerinden yaşlar akarak hemen Peygamberimiz (s.)"in önüne gelir diz çöker, başını saadet burcu Hz. Peygamber"in dizlerine koyar. Hz. Rasulûllah (s.) nurlu ve huzur dolu mübarek elleriyle korktuğu belli olan hayvancağızı teselli edercesine tatlı tatlı okşar.

Ashab “Ya Rasûlallah! Devenin sıkıntısı nedir?” diye sorar. O da

“Sahipleri kesecekmiş, korkup kaçmış. Gördüğünüz gibi bize sığındı!” der.

Tam o sırada ellerinde bıçakla devenin sahipleri mescide gelirler. Rasulullah (sav)"dan develerini isterler. O da

“Niçin keseceksiniz?” diye sorar. “Kesip etini satacağız!” derler. Peygamberimiz

“Etini satınca elinize ne kadar geçer?” diye sorar. Onlar da “Şu kadar miktar!” diye miktarını söylerler.

Bunun üzerine Efendimiz onlara o kadar para ödeyerek hayvanı satın alır. O hayvan ölene kadar Medine ovalarında özgürce yaşar ve otlar. İnşallah Rabbim de bizlere deve gibi şefaat tacıyla taçlanmak nasip eder. Amin.

Hz. Mevlânâ"nın da başından benzer bir olay geçer. Medresede ders verirken birden içeri korku içinde bir sığır girer. Herkes kaçışır. Sığır doğruca Mevlânâ"nın önüne gidip diz çöker ve başını onun kutlu dizlerine kor. Mevlânâ bu korku içindeki hayvanın başını elleriyle tatlı tatlı okşayarak teskin eder. Talebeleri ne olduğunu sorduklarında “Sahipleri kesmek istemiş o da korkup kaçmış, bize sığındı” der. Çok geçmeden Medrese"ye ellerinde bıçaklarıyla, hayvanın sahipleri çıkagelir. Özür dileyerek Mevlânâ"dan hayvanlarını isterler. O da

“Ne yapacaksınız kesince?” diye sorar. Sahipleri

“Ey Mevlânâ! Kesip etini satıp para kazanacağız” derler.

Mevlânâ hayvanın etini sattıklarında ellerine ne kadar para geçeceğini sorar. “Şu kadar akçe!” diye bir meblağ söylerler. Mevlânâ

“O ücreti size ödesem, bu mübareği bana bırakır mısınız?” diye hayvanı satın almak ister. Onlar da bu teklifi kabul ederler. Hz. Mevlânâ, Peygamber Efendimiz (s.)"in deveyi satın alarak kurtardığı gibi, o sığırı para ödeyerek satın alır ve azâd eder. O hayvan ölene kadar Konya ovasında özgürce dolaşır.

Bu üç olaydan çıkarılacak sonuç bizce şudur: Bir kimse, sevdiğinin kaderini paylaşır kabilinden olmak üzere sevenle, sevilenin hayatında ortak olarak bazı hadiseler yaşanır. Bu, bizce sevgideki sadakatin bir göstergesidir. Hz. Mevlânâ çok sevdiği Hz. Peygamber (sav)"in başından geçen olayların bir kısmını az çok benzeriyle yaşamıştır. Biz burada bunlardan çarpıcı bulduğumuz sadece üçünü naklettik. Bu durum Hz. Mevlânâ"nın, Hz. Peygamber (sav)"e bağlılığının ve sadakatinin hangi seviyede olduğunu gösterir. Çünkü Mevlânâ"ya göre âşık, her yönüyle maşukunda fenâ bulmadıktan sonra henüz aşkın hakikatine yükselebilmiş değildir. Sevgideki bu tür sırrî tecelliler dikkate alınarak, Allah ve Rasulullah (sav) sevgisini artırmanın yollarını aramalıyız. Allaha kul ve Peygamberine (s.) ümmet olmanın kaçınılmaz şartı sanırım budur. Zira sonunda “Kişi ahirette sevdiğiyle beraber olacaktır.” Vesselam.

ALLAH'DAN EN ÇOK ALİMLER KORKAR

$
0
0



HABİBTİ T.İLGİNÇ GERÇEKLER
- 09:38
#Namaz


BiR HiKAYEM VAR OKURMUSUN (BiR HiKAYEM VAR OKURMUSUN) topluluğunda ilk olarak HABİBTİ T.paylaştı:

ALLAH'DAN EN ÇOK ALİMLER KORKAR

Yezîd bin Kümmeyt (rh.) anlattı:
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe (r.a.) Allah’tan çok korkardı. Bir gece yatsı namazında müezzin “İzâzülzile” sûresini okudu. Ebû Hanîfe (r.a.) onun ardında idi.

Namaz bitip insanlar çıktı. Ona baktığımda derin düşünceler ve tefekkür içinde buldum. “Kalkayım da kalbi benimle meşgul olmasın” diyerek çıktım. Bu sırada kandilin yağı pek az kaldığından söndürmedim.

Sabah namazı vaktinde geldiğimde onu ayakta şöyle derken buldum:

“Ey zerre miktarı hayır işleyene hayrının karşılığını veren;

Ey zerre miktarı şer işleyene onun karşılığını veren Allâh’ım. Kulun Nu‘mân’ı cehennemden kurtar. Huzûruna getirdiği fena amellere karşılık sen onu geniş rahmetine koy.”

Sonra ezan okudum. Kandil ise hâlâ yanıyordu. Beni görünce:

“Kandili almak mı istiyorsun” dedi.

“Sabah namazı için ezân okudum” dedim.

“Gördüklerini gizle, kimseye söyleme” dedi. Sonra gecenin başındaki abdestiyle bizimle sabah namazını kıldı.
Allâh c.c ondan razı olsun!

Aşkınız cemal olsun efendim

$
0
0




ɑẕʀɑ sєçєʍ νµsℓɑтGÜZEL SÖZLER
- 15:53


“Merhaba!!” yerine
“Aşk olsun!!”
Derviş de “Aşkınız cemal olsun efendim!!” diye mukabele eder…
Bu sefer topluluk “Cemaliniz nur olsun!!” dediğinde,
derviş “Nurunuz aynı olsun!!” der ve böylece selamlaşma biter….

Bir avuç toprak bunu doyurur

$
0
0



 -  11:33
 
  Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu.Tevafuken oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, “Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim” dedi 
Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı.
k takıldı.Hükümdar balıkçıya, “Ne yapalım, rızkın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı” diyerek alıp sarayına götürdü
Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi.Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu.Bunda bir sır olduğunu anladılar Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:

“Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz Çünkü doymaz Ama bir avuç toprak bunu doyurur”
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi....
(Alıntı)
 

Ük kişi gelir İmamı Azama üç soru sorarlar..

$
0
0



61. Sultan Oğuz Han

- 16:13


ÜÇ KİŞİ İMAM-I AZAM HAZRETLERİNE BİRER SORU SORDULAR,
İŞTE BÜYÜK İMAM'IN VERDİĞİ BİRBİRİNDEN GÜZEL CEVAPLAR

1- BİZE ALLAH’I GÖSTEREBİLİRMİSİN?

2- CEHENNEM ATEŞ OLDUĞUNA GÖRE, ATEŞTEN YARATILAN CİNLER VE ŞEYTANLAR ORADA NASIL AZAP GÖRECEKLERDİR?

3- HEM KAZA VE KADERE İNANMAMIZI İSTİYORSUN, HEMDE İNSANIN İRADESİNDEN BAHSEDİYORSUN. HALBUKİ, İNSAN HER ŞEYİ MECBUREN YAPAR, KENDİ İRADESİ YOKTUR.

BU SORULARI ALAN BÜYÜK İMAM, ELİNE ALDIĞI BİR AVUÇ TOPRAĞI SORANLARIN YÜZLERİNE ATTI.



ÜÇÜ DE BU DAVRANIŞINA TEPKİ GÖSTERDİLER.

İMAM-I AZAM BUNUN ÜZERİNE ŞÖYLE DEDİ:


1- ALLAH’I GÖRMEDİĞİ İÇİN İNKÂR ETMEYE ÇALIŞAN ADAM! TOPRAĞIN YÜZÜNDE MEYDANA GETİRDİĞİ ACIYI GÖREBİLDİN Mİ? DAHA YÜZÜNDEKİ ACIYI GÖRMEZKEN ALLAH’I GÖREMEDİĞİN İÇİN NASIL İNKÂR EDERSİN?


2- YA SEN İKİNCİ SORUNUN SAHİBİ! BİLDİĞİN GİBİ İNSAN TOPRAKTAN YARATILMIŞTIR.
AMA BİR AVUÇ TOPRAK SENİN YÜZÜNÜ AÇITMAYA YETTİ. DEMEK Kİ CEHENNEMİN ATEŞİ DE ATEŞTEN YARATILAN VARLIKLARI YAKABİLİR.

3- İNSANIN İRADESİNİ İNKÂR EDEN ADAM!

MADEM BENİM İRADEM YOK, NE DİYE YÜZÜNE ATTIĞIM TOPRAK İÇİN BENDEN ŞİKAYETCİ OLUYORSUN?


ALDIKLARI BU CEVAPLAR KARŞISINDA ŞAŞKINA DÖNEN ADAMLAR NE DİYECEKLERİNİ BİLEMEDEN ORADAN UZAKLAŞTILAR…

Hz. Ömer (ra) göre takva nedir?

$
0
0



Emre öztürkGÜZEL SÖZLER
- 20:38


Hz. Ömer (ra) takva kelimesinin ne anlama geldiğini kendisine sorduğunda Ubey Bin Ka’b (ra) ona şu karşılığı verir:

•Sen dikenli yolda hiç yürümedin mi?

•Yürüdüm.

•O zaman ne yaptın?

•Paçalarımı sıvayıp dikenlere basmamaya dikkat ettim.

•İşte takva odur.

Fernand Grenard, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu için

$
0
0



61. Sultan Oğuz HanİLGİNÇ GERÇEKLER
- 01:47



Atilla hakasyaoriginally shared:

Fernand Grenard, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu için; "Bu yeni imparatorluğun kuruluşu, insanlık tarihinin en büyük ve en şaşılacak olaylarından biridir" der ve devam eder;
"Onların kaderlerindeki en büyük olağanüstülük 'başlangıçları' oldu; böylesine büyük bir netice için çok küçük olarak işe başladılar."
Söğüd'ün bağrında sessiz sedasız çimlenen bu filiz kısa zamanda etrafına dal budak saldı ve kökleşti. Öyle ki Avusturya elçisi Busbecg'in ifadesiyle "karşılarına çıkmanın çılgınlık sayıldığı bir güç" haline geldiler.
Dünyanın dört bir tarafında başaklar verecek olan bu muhteşem devletin tohumları alp-erenler, gazi-dervişler ve garip-yiğitler tarafından atılmıştır.

İngilizlerin ‘Hind soykırımı’nı kabul edecek miyiz?

$
0
0

İngilizlerin ‘Hind soykırımı’nı kabul edecek miyiz?
27 Ocak 1973 günü Türkiye bilmediği bir ‘şey’le karşılaştı: California eyaletinin Santa Barbara şehrinde Başkonsolosumuz Mehmet Beydar ile Bahadır Demir, Gourgen Yanikyan adlı bir Ermeni tarafından öldürülmüştü. Cumhuriyetin 50. yılı kutlamalarına hazırlanan devletimiz önce gündeme bomba gibi düşen bu haberi anlamakta zorlandı. İyi de bu Ermeni neden durup dururken diplomatımızı şehit etmişti?
Ermeni Tehciri’nin bırakın sokaktaki adamı, Dışişleri camiamız tarafından bile bilinmediği ve konuşulamadığı bir ortamda buna nasıl cevap verileceği Ankara’ya epeyce sıkıntılı günler yaşattı. Onlar bu bulmacayı çözedursun, nisanda Paris, ekimde New York temsilciliklerimiz kana bulanacak ve soru işaretinin hacmi arttıkça artacaktı. Neden yapıyorlardı ki bunu?

Bir toplumu tarihle diriltebilir ve tarihle öldürebilirsiniz. Bir toplumu tarihle uyandırabilir ve tarihle uyutabilirsiniz. Tarih özgürleştirebilir de köleleştirebilir de. Türkiye’de okunan ve maalesef hâlâ büyük bir kısmı okunmaya devam edilen tarih, Medusa gibi okuyanların zihinlerini köleleştirmeye memur bir iğdiş etme aleti.

‘Kanla, irfanla’ kurulduğu söylenen Cumhuriyet’in ‘hayatta en hakiki mürşid’ olarak ‘bilimi’ esas almadığının en çarpıcı sayfası Ermeni sorununda kendisini göstermiş, Dışişleri Bakanlığı salonlarında Yanikyan’ın diplomatımızı neden şehit ettiği sorusu cevap bulamamıştı.

İşte bu sırada devlet Prof. Türkkaya Ataöv’e görev verdi, ‘Git bakalım, arşivlerden bu meseleyi araştır’ dedi. Ataöv bundan beş yıl kadar önce İzmir’deki bir panelde, talimat üzerine kütüphane ve arşivlerdeki durumu incelediğini ve bu konuda hiçbir araştırma yapılmamış olduğunu hayretle gördüğünü söylemişti.

Düşünün, Cumhuriyet’in 50. yılındasınız, Ermeni sorununun varlığı üzerine çalışan bir kişi bile çıkaramamışsınız. Sonra da Aydınlanma’dan dem vur, cilala, parlat…

Papa’nın açıklaması ve AP kararıyla sorun yine kapımızda. Allah’tan 1973 sonrasında iyi kötü çalışmalar yapıldı, karşı iddialar ortaya konuldu vs. ama tren de kaçmış oldu…

California Üniversitesi’nde sosyoloji okutan Michael Mann, Türkçeye “Demokrasinin Karanlık Yüzü” adıyla çevrilen kitabında bu hususu şöyle hatırlatmış: “Yine de literatürde koca bir boşluk vardır. Türklerin dürüstçe anlatılarından yoksunuz. Kurbanlar hakkında daha çok şey biliyoruz, ki bu da ister istemez taraflı olmamıza ve olayları Ermenilerin penceresinden görmemize yol açıyor” (İthaki: 2012, s. 131, dn. 1).

İngilizlerin, Hindlileri nasıl katlettiğini gösteren bir çizim.



Otistik tarihçilik

Telaşlı da olsa bir gayret başladı. Tarih adına memnuniyet verici, ancak Prof. Mann’ın sözünü ettiği ‘koca boşluk’un doldurulmasının kolay olmayacağını da teslim etmek gerek.

Tarihçilerimizin otistikler gibi Osmanlı ve İnkılap tarihlerinin üzerine kapandığını ve dış dünya ile irtibatını büyük ölçüde yitirmiş bir vaziyette tarih yazdıklarını söyleyen Mehmet Genç hoca haklı mı haklı. Hind, Çin, Afrika, Güney Amerika… tarihçiliğimizin meşguliyet sahanına neredeyse girmiyor. Bu eksikliğimizi tarih dergisi çıkarırken daha iyi anladım. Mesela Hindistan’da İngilizlerin 1757 Plassey Soygunu üzerine yazı yazacak adam aramış, bulamamıştım. Neyse ki imdadıma Norman Stone yetişti de İngiliz ekonomisinin ancak bu adi soygunla düze çıktığını okurumuza aktarma imkânını buldum.

Tabii sen onların tarihini yazmazsan, hatta kendi tarihini dürüstçe yazmaktan çark edersen elin adamı gelir, tarihini senin adına yazar ve zamanla o sayfalar ‘senin’ tarihin haline gelir. Günün birinde bir Papa’nın veya namlunun ağzından sesini işittiğinde afallarsın.

Yakalanan Hindliler diğerlerine ibret olması için topa bağlanıp ateşlenmek suretiyle paramparça edilerek cezalandırılmıştı.

Oysa Avrupa sömürgeciliğini, katliamlarını, soygunculuğunu didik didik etmeli değil miydi ders kitaplarımız? Soygun, talan, sömürü, katliam, soykırım denilince Batı tarihinin akla gelmesi gerekirken Türkleri (tabii diğer tebayı da) sömürenin Osmanlı olduğu tezini okuyup durduk yakınlara kadar.

Beceriksizlik, acizlik, sefahat düşkünlüğü, ne derseniz onda ama Avrupa yıldız yıldız parlıyor kitaplarımızda! Böyle bir tarihi bir halka ancak sömürgeciler okutur ve Türkiye aydını belki fiziken değil ama zihnen sömürgeleştirilmiş, Hilmi Yavuz’un deyişiyle Oryantalistleşmiştir. Kılık kıyafet ve dil gibi sembolik unsurları ödünç alarak Batılının beynini temellük ettiğini zanneden tatlısu frengi tavrı aydınımızın temel karakteri. Oysa ne bildiğimiz gibi Batı vardır, ne de bildiğimiz gibi bir Doğu. Cemil Meriç konuşsun: “Ne Batı’yı biliyoruz ne Doğu’yu.”

Buyurun, 1857 Hind soykırımına. Acaba Meclis’imiz uluslararası bir araştırma yaptırıp İngilizlerin Hindistan’da gerçekleştirdikleri korkunç soykırımı hakkında bir karar alabilir mi? Almayı akıl eder mi? (Üstelik ölenlerin önemli bir kısmı da Müslümandı.)

İsyanda asılanlardan iki Hindli.

Hind Holocaust’u?

Amaresh Misra adlı tarihçi sekiz yıl önce çıkan iki ciltlik sarsıcı kitabında İngilizlerin 1857 Sipahi İsyanı ve sonrasında katliamdan öte düpedüz bir soykırım gerçekleştirdiklerini yazınca diller çözülmüş, 150 yıldır gerçekleri saklayan İngilizlerin üzerini örttüğü bu ‘anlatılmamış soykırım’ aşikâre dökülmüştü.

Misra 1857 İsyanı’ndan sonraki 10 yılda yaklaşık 10 milyon Müslüman ve Hindu’nun hayatını kaybettiğini yazıyor ve bunu İngiltere’nin ünlü ‘The Guardian’ gazetesi gündeme şu başlıkla taşıyordu: “Milyonların yok olduğu bir holocaust (soykırım)…” (http://www.theguardian.com/world/2007/aug/24/india.randeepramesh)

Hindlilerden kurulu Sipahi (Sepoy) birliklerinin isyanı İngiltere’nin Hindistan hâkimiyetini bir süreliğine sarsmış ama ardından kanlı bir şekilde bastırılmış ve resmi tarihlerde katliamlarda azmış gibi 100 bin Hindli askerin öldüğü yazılmıştı. Oysa Misra’ya göre bu rakam, sonradan duruma ve resmi tarihe hâkim olan İngilizler tarafından düşük gösterilmiş ve mazlum Hindlilerin kendi tarihlerini yazmalarına müsaade edilmemiş olduğu için çok şüphelidir. ‘Guardian’ şöyle açıklamış bu durumu: “Bu, milyonların sırra kadem bastığı bir holocaust (soykırım) idi. İngilizler açısından gerekli bir soykırımdı, zira onlar kazanmanın tek yolunun şehir ve köylerdeki bütün nüfusun imhasından geçtiğine inanıyorlardı. Bu soykırım basit ve vahşiceydi. Önlerine çıkan Hindlileri öldürüyorlardı. Ne var ki yaptıkları katliamın boyutları bir sır olarak korundu.”

Milyonlarca… Bu ne ağır bir itham değil mi? Ve Misra hiç beklenmedik bir yerden vuruyor İngilizleri; resmi İngiliz işgücü kayıtlarından. Hindistan’daki işgücü için resmi olarak tutulmuş kayıtlarda “bu korkunç ve acılı günlerde milyonlarca sefil insanın öldüğü görüldü” denilmekte. Evet milyonlarca…

İngiliz tarihçiler arasında 1864-67’de yazan Sir John Kaye gibiler ilk zamanlar seslerini çıkaracak gibi oldular ama resmi tarih ağır bastı, sansür mekanizması çalıştı ve üzerini ustaca kapattı soykırımın.

Şimdilerde Hind soykırımı yazılabiliyor, gerçekler birer birer ortaya çıkıyor ama arkalarında bir Papa veya Avrupa Parlamentosu olmadığı için maalesef seslerini duyuramıyorlar.

Bu bir güç meselesi. Henüz tarihin güçle yazılmadığı bir zamana aşina değiliz, öyle değil mi sevgili Ahmet Haşim.

19 Nisan 2015, Pazar

kaynak

SEÇME SALAVATLAR

$
0
0



Metin yiğit
MODERATÖRHADİSİ ŞERİFLER
- 22:53


SEÇME SALAVATLAR
ALLAHumme Salli ala Ruhi seyyidina Muhammedin fil'ervahi ve salli ala cesedi seyyidina Muhammedin fil'ecsadi ve salli ala kabri seyyidina Muhammedin filkuburi. ALLAHhumme belliğ minni tehiyyeten ve selama."
Ey ALLAHım! Ruhlar içinde sevgili peygamberimiz Hz.Muhammedin ruhuna, cesedler içinde Hz.Muhammedin (A.S.V) cesedine, kabirler içinde Hz.Muhammedin (A.S.V.) kabrine salatu selam eyle. ALLAHım, benim selamımı sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.V.)'in aziz ruhuna vasıl eyle (ulaştır).
40 gün sabah namazından sonra okuyanın istediği hayırlı bir iş gerçekleşir 40 gün sabah namazından sonra okuyanın istediği hayırlı bir iş gerçekleşir .

Allahümme salli ala seyyidina muhammedin abdike ve rasulike ve haliylike ve habiibike salaten ergabiha merakiyel ihlasi ve enalü biha ğayetel ihtisası ve sellim tesliymen adede ma ahata bihi ilmüke ve ehsahü kitabüke küllema zekera kezzakirune ve ğafele an zikrihil ğafilun.
53 Salavat-ı tefriciyye "Salavat-ı tefriciyye - günde en az 41 kere okunulduğunda hastalara şifa verir

Ya Rabbi! Senin sevdiklerini, sevmediklerinden nasıl ayırt edeceğim?

$
0
0



GÜLŞAH AYDINGÜZEL SÖZLER
- 22:41


Bazı kitaplarda bildirildiğine göre, Hazreti Musa (aleyhisselam) Allah-u Zülcelal’e:
— Ya Rabbi! Senin sevdiklerini, sevmediklerinden nasıl ayırt edeceğim? diye sordu. Allah-u Zülcelâl:
— Ey Musa! Ben sevdiklerime iki alamet bağışlarım, buyurdu. Hazreti Musa (aleyhisselam):
— Ya Rabbi! Bu alametler nedir? Deyince, Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu:
— Ey Musa! Birinci alamet olarak, ona beni zikretmeyi ilham ederim de böylece göklerde ve yeryüzünde onu anarım. İkinci alamet olarak da onu haramlardan ve gazabımdan uzak tutarım ki azabıma ve belama çarpılmasın. Buna karşılık nefret ettiğim kula da iki alamet veririm. Birinci alamet olarak, beni zikretmeyi unuttururum. İkinci alamet olarak da onu nefsinin arzuları ile baş başa bırakırım ki haramlarıma düşerek gazabıma uğrasın da azabıma ve belalarıma çarpılsın.
Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı zikretmek, kalplere şifadır.” (Deylemi)
“Size Allah’ı çok zikretmenizi emrediyorum. Peşine düşman düşen kimse, nasıl bir kaleye sığınarak ondan kurtulursa kul da şeytandan ancak Allah’ın zikri ile kurtulur.” (Tirmizi, Hakim)

DİNSİZ GEZGİN

$
0
0



cundullah DEZAİLGİNÇ GERÇEKLER
- 17:46



MED_CEZİR (Genel) topluluğunda ilk olarak 61. Sultan Oğuz Hanpaylaştı:

DİNSİZ GEZGİN

İmamı Azam Ebu Hanifenin çocukluk yıllarında idi. Allah diye bir yaratıcının olmadığını, her şeyi tabiatın yarattığını iddia eden ve gittiği yerlerde bilginlerle görüşerek tartışmalar yapan bir dinsiz, döne dolaşa Kufe şehrine geldi.

Sapık fikirlerini anlatmaya başlayan bu dinsizin, Kufe bilginleriyle görüşüp münazara yapma isteğine gülen Müslümanlar;
“ Bizim küçük bir bilginimiz var, eğer onunla karşılaşıp yenersen, büyük bilginlerimiz seninle görüşebilir ” diye cevap verdiler. O bunu kabul etti.

Sonunda görüşme yerini ve saatini kararlaştırarak dağıldılar.
Kufeliler salonu tıklım tıklım doldurmuşlardı.
Aradan yarım saat geçtiği halde, küçük bilgin hala gelmemişti. Saatler ilerledikçe dinsiz bilgin gururlanıyor ve: “ Benden korktu tabii” diyerek gülüyordu.
Tam bu sırada küçük bilgin Ebu Hanifenin içeri girdiği görüldü.
Dinsiz bilgin:
- Niçin geç kaldın küçük? Yoksa çok mu korktun? diye sordu. O da:
- Hayır korkmadım Evimiz nehrin öte yakasında. Bu tarafa geçmek istediğimde köprünün yıkılmış olduğunu gördüm. Geçemeyeceğimi anlayınca, oradaki ağaçlara, hemen bir sandal olup, beni geçirmelerini emrettim. Onlarda sandal olup beni geçirdiler, bu yüzden geç kaldım, özür dilerim, dedi.
Bu cevap karşısında kahkahalarla gülmeye başlayan dinsiz bilgin:
- Hey akılsız çocuk! Hiç ağaç kendi kendine sandal olur mu? deyince, birden bire ciddileşen Ebu Hanife:
- Asıl aklı olmayan sensin! Bir sandalın bile kendi kendine yapıldığını kabul etmiyorsun da, şu uçsuz bucaksız alemin kendi kendine var olduğunu nasıl iddia ediyorsun? diye karşılık verdi.
Bu güzel buluş karşısında şaşırıp kalan inançsız bilgin:
- Beni gafil avladın küçük! Pekala şu varlığını iddia ettiğin Allahı göster de inanalım, dedi.
Ebu Hanife eline bir bardak süt alarak, dinsiz bilgine sordu:
- Yağ ve peynir neden yapılır?
- Tabii sütten yapılır.
- Öyleyse, şu sütün içinde bulunan yağ ve peyniri göster bakalım!
Dinsiz bilgin iyice şaşırmıştı.
- Elbette bu sütün içinde yağ ve peynir vardır, fakat görünmez dedi.
Dinsizi en zayıf yerinden yakalayan Ebu Hanife yerinden doğrularak:
Şu sütün içinde yağ ve peynir olduğunu kabul ettiğin halde onları gösteremiyorsun da, Yüce Allahı “ İşte Allah” diye göstermemi benden nasıl istiyorsun? dedi.
Bu inandırıcı cevaplara rağmen hala Allahın varlığına inanmayan adam:
- Son soruma da cevap verirsen, üstünlüğünü kabul edeceğim.
Madem ki “ Allah vardır” diyorsun, şu anda o ne yapmaktadır? diye sordu. Bir an düşünen küçük bilgin:
- Bulunduğun kürsüden aşağı in, sorunun cevabını orada vereceğimdiyerek dinsizin indiği kürsüye çıktı ve :
- Şu anda Allah, senin gibi bir dinsizi bu kürsüden aşağı indirerek, benim gibi küçük bir kulunu çıkardı, deyince, dinsiz bilginin konuşacak dermanı kalmamıştı. Binlerce insanın karşısında “ Kelime-i Şahadeti” getirerek müslüman oldu.

İmam-ı Azam Hz. Keskin Zekası

$
0
0

cundullah DEZAİLGİNÇ GERÇEKLER
- 17:48
61. Sultan Oğuz Hanoriginally shared:

İmam-ı Azam Hz. Keskin Zekası

Cimri bir kimse parasını bir yere gömmüş… Fakat bir müddet sonra oraya gittiğinde bu parayı yerinde bulamamış… Çıkarıp almışlar! Hasis / cimri / pinti bir kişiliğe sahip olduğu için, buna fazlaca üzülmüş ve neredeyse ölecek duruma gelmiş... Bazı dostlarının tavsiyesiyle İmam-ı Azamhazretlerine müracaat edip bir çare bulmasını rica etmişler. Bunun üzerine İmam-ı Azam (rh.):
- “Bana yerini gösterin” demiş. Göstermişler. Hz. İmam başka bir vakitte o yere gelip burada bazı insanların mantar devşirdiklerini görmüş… Yanlarına yaklaşıp bunlardan birine:
- “Siz burada her zaman mantar devşirir misiniz?” diye sormuş. Adam da:
- “Evet, her zaman devşiririz,” cevabını vermiş. İmam-ı Azam (rh.):
- “Hepiniz birlikte toplayıp sonra aranızda taksim mi edersiniz?” diye sorunca adam:
- “Hayır, herbirimiz ayrı ayrı kendi hesabımıza devşiririz.” demiş. İmam-ı Azam hazretleri tekrar sormuş:
- “Hepiniz buradan beraber mi ayrılırsınız?” Adam:
- “Hepimiz beraber gideriz, fakat şu adam her zaman geri kalıp bizden sonra gelir.” demiş.
Bunun üzerine İmam-ı Azam (rh.) bir kenarda oturup dağılmalarını beklemiş… Herkes gidip sadece o kişi kalmış. Bu sırada Hz. İmam, o zatın yanına yaklaşıp:
- “Bu yere bir adam bir miktar para gömmüş, bu parayı sen çıkarıp almışsın, hem aldığını görmüşler ve şâhitlik ediyorlar. Başkaları duymadan harcadığın sana kalsın sahibi onu bağışlar, gerisini ver.” demiş.
Adam bu söz karşısında korkup aldığı parayı getirerek İmam-ı Azam’a (rh.) teslim etmiş. O da sahibine vermiş. Bu hadisenin sırrını açıklarken İmam-ı Azam hazretleri şöyle diyor:
- “Görmüşler” sözümden maksadım Allah Teâlâ'dır. Çünkü Cenab-ı Hak kullarının yaptığı bütün işleri görür.”
İmam-ı Azam hazretlerinin zekâsı o derece üstün idi ki; bir şeye bir defa baksa, derhal onun künhüne-keyfiyetine vâkıf olurdu.
Viewing all 1276 articles
Browse latest View live