Quantcast
Channel: Peygamberimin İzinden 🕋🕌
Viewing all 1280 articles
Browse latest View live

Dilimizi dilim dilim... Agop Dilaçar

$
0
0

Dilimizi dilim dilim... Agop Dilaçar

UYDUR UYDUR

7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu toplanır. Arapça ve Farsça’dan gelen kelimelere savaş açılır, yerlerine yeni “tilcikler” konması için karar alınır.

İPE DİZ...

Valide yerine doğurgaç, baba yerine doğurtgaç, aşevi yerine otlangaç, belediye için uray, mebus için saylav, sanat için dorut gibi ucubeler dayatılır ki milletimiz Agopça der bunlara...

KAKINÇ, aldatı, YONTU, söylev, gömüt, imge, NESNEL, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, Açgı, basçık, alnaç, alışkı, İÇERİK, ansıma, ÇAVLAN, ardıl,

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim...
Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim! Necip Fazıl Kısakürek

Efendim onurlandırdınız.
Ne yani gururlandırdınız mı demek istiyor, şereflendirdiniz mi? Yoksa müftehir mi oldu?
İzzetli, haysiyetli, namuslu, vakarlı, erdemli, hatırlı, itibarlı, muazzez, muhterem, saygıdeğer, seciyeli...
Onur, bunların hangisi? Yeni kuşaklar “hepsi” diyecekler, eskiler “hiçbiri!”
Bakıyorsunuz Osmanlıda Rüşdiye ve İdadi mezunları bile (orta lise) sular seller gibi Fransızca konuşuyorlar.
Peki biz niye kıvıramıyoruz? Lisanımız kısırlaşmış da ondan... Bin kelimeyle iktifa edersen olacağı bu, zihni melekelerimiz dumura uğruyor.
Herkesin ağzında bir “stres”. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, sıkıntı mı, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, füduret mi, hüzün mü, hüsran mı, hicrân mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi?
Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama “at” deyip geçiyoruz alayına...
Araplar aslana esed deyip geçemiyorlar ama... Adam n’apsın? Lûgatında 20 ayrı aslan olunca...

BU LİSANLA MI?
Siyasilerimiz konuşuyor: Biizz Çin Seddinden Adriyatik kıyılarınaaa...
Ata yurda ne ile gideceksiniz sahi? Oturgaçlı götürgeçle mi?
İnanın insan özeniyor. İranlı ilk mektep talebeleri iki bin yıllık metinleri şakır şakır okuyor, biz (ki yaşımız elli) Rahmetli Menderes’in Yassıada müdafaalarını çözemiyoruz daha.
Türkçe artık Babür Şahın, Gazneli Mahmud’un, Hüseyin Baykara’nın ve Ali Şir Nevai’nin yaşadığı coğrafyada bile kullanılmıyor. Haberiniz olsun ağalar, Acemin dili patlamış gidiyor. Asya’da İran yükseliyor.
Evet Kabil’de, Gazne’de, Mezar-ı şerif’te, Kunduz’da Herat’ta oğuz boyundan kardeşlerimiz var ama ne yazık ki bizi anlayamıyorlar.

VURUN AGOP’A
Hep öyle olur. Söz dilimizdeki tahribattan açıldı mı yaylar gerilir, oklar bir Ermeni’ye döner anında.
Agop Dilaçar’a!
İyi de kimdir bu adam? Ne yapar? Nasıl yapar? Elinden kim tutar?
1. Cihan Harbi... Suriye Cephesi...
Asteğmen Agop Martayan Halep’te İngiliz subayları ile görüşüp konuştuğu için gözaltına alınır. Maksat ne olursa olsun, esirlerle temas affedilmez bir suçtur.
Sadece bizde değil bütün dünyada...
Onu ihanet-i vataniye cürmü ile zincire vurur, alır götürürler Şam’a. Belki de divan-ı harbe verilecektir, sorgudan sonra...
Kendi kendine “ben bittim” der, “demek ki buraya kadar...”

DARAĞACINDAN
Olan olmuştur artık, ifade verirken alttan almaz. Barbarlık der, eziyet der, medeniyetsizlik der ki bunlar da suçtur ayrıca. (Türk ordusuna hakaretten okka altına girebilir pekâlâ)
Komutan pek kulak vermez, gözü koltuğu altındaki kağıtlardadır zira. Ellerini çözdürür, tabancasını iade eder, çay ısmarlar.
Agop’un Lâtin harfleri ile tuttuğu müsveddeleri inceler, sorular sorar. “Yine gel konuşalım” der ve ast zabiti rahatlatıp uğurlar.
Agop şaşkındır. Onun M. Kemal olduğunu bilmiyordur daha...
Savaşın ardından bir süre Robert Kolej’de İngilizce muallimliği yapar.
Sonra Beyrut’ta bir Ermeni okuluna müdür olur. Ermeni gazetesi Luys’un Genel Yayın Yönetmenliğini de üstlenir bu arada...
Kendini Türkiye’de emniyette hissetmemiş olmalıdır ki Sofya’ya kaçar, Svabodan Üniversitesi’nde doğu dilleri okutmaya başlar. Ermeni gazetelere yazılar yollamaktadır hâlâ... Sonra ne olursa olur, TC ile arası açılır, vatandaşlıktan çıkarılır.

TDK’NIN BAŞINA
22 Eylül 1932... M. Kemal, Agop Martayan’ı Dolmabahçe Sarayı’na çağırır...
Ancak, Agop’un yurda girmesi kâbil değildir. M. Kemal ısrarcıdır. Sofya Konsolosluğunu ayağa kaldırır. Konsolos usulsüz olmasına rağmen vize vermekle kalmaz, eline ‘kolaylık gösterilsin. M. Kemal’in hususi davetlisidir” şeklinde bir mektup sıkıştırır.
Dolmabahçe Sarayında mevzu Türk dilidir. Davetliler arasında İstepan, Kevork, Mihran, Bedros ve Hrant Efendiler de vardır ki, soydaşlarını görünce içi rahatlar.
M. Kemal Birinci Türk Dil Konferansı’nda ona Türk Dil Derneği Başuzmanlığı ve ilk Genel Sekreterlik ünvânlarını bağışlar.
Agop Martayan Dilaçar, ölene kadar TDK’nın ‘Genel Yazmanı’ olarak vazife yapar.
İlk kurultayda “Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki rabıtalar” hakkında bir bildiri sunar.
Tarihimizin Eti, Sümer, Urartu gibi karanlık kuyularda aranmasından rahatsız olanlar da vardır. Prof. Tahsin Banguoğlu bunlardan biridir mesela...

ADİL AÇAR!
1934’te Soyadı Kanunu kabul edilir. M. Kemal kendisine Dilaçar soyadını verir o da M. Kemal için Atatürk soyadını “önerir.”
Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi onun çapında bir akademisyenin altına imza atamayacağı nazariyelerdir. Mertçe çıkıp “gülünç olmayalım” demesi gerekir.
Ama o görüşünü belirtmez sadece emredileni yapar.
Latin harflerinin oturtulması hususunda aşırı gayret gösterir. Dil Tarih Coğrafya’da Türkoloji dersleri verir.
O kadar Türk asıllı varken “Türk Ansiklopedisi”ni hazırlanma işi de ona ihale edilir.
1979’da ölür. Nedendir bilinmez Devlet ajansı adını “A nokta Dilaçar” olarak geçer, TRT spikeri de “Adil Açar” diye okuyup ayrı bir garabete imza atar.
Agopsa Agop kardeşim, adamın adını niye saklıyorsunuz, kimden korkuyor, niye utanıyorsunuz? Doğru dürüst söyleyin “TDK baş uzmanı Agop Martayan yarın filan kiliseden kaldırılıp Şişli Ermeni Gregoryan Mezarlığına...”
Bizim cenahta hep Agop’a sövülür, yok dilimizi mahvetti de kahretti de filan...
Eğer Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan Ermeni Dil Komitesinin başına geçirmek için bir Türk arasa, hayır demeyecek bir sürü dil uzmanımız çıkar.
Ki Ermeniceyi bozup kısırlaştırmak, Ermeni çocuklarını dedesi ile anlaşamaz hale getirmek için fırsatı kaçırmazlar. Ermenicenin hece yapısını, alfabesini de değiştirirler icabında.


TDK’DA YARIM ASIR
Agop Martayan İstanbul Büyükdere’de doğar (1895).
İlk ve orta öğrenimini Gedikpaşa’da, Amerikalı misyonerlerin açtığı bir okulda tamamlar.
1915’de Robert Koleji bitirir. Lisanlara karşı meyli vardır, Ermenice ve Türkçenin yanı sıra İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarcadan da anlar.
1. Cihan Harbinde Mülazim-i Evvel (yedek zabit) olarak askere alınır. Kafkas cephesine yollanırsa da komutanları o hassas coğrafyada vazife yapmasını mahzurlu bulurlar. Suriye’ye kaydırılır. Burada M. Kemal ile tanışır ve önü açılır.
1932’de Türkiye’ye getirilir, ölünceye kadar TDK’da “baş uzman” olarak vazife yapar.


MİLLİYETÇİLİK DERSLERİ
“...Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez tamamlar. Ziya Gökalp için menşe birliği mevzubahis değildi, yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk’tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise “her Türk asıllı olan Türk’tür”; yabancılaşmaya yüz tutmuşsa, onu tekrar kültürüne döndürmeli, zira o Türk’ün malıdır...
(Agop Dilaçar, “Alpin ırk, Türk etnisi ve Hatay halkı”, CHP Konferanslar Serisi)

KURTULUŞ GEOMETRİDE!
Atatürk’ü, siyaset olaylarının büyük bir devlet adamı yaptığı gibi, yurdun kültür sorunları da onu büyük bir eğitimci durumuna getirdiğini, bu nitelikleriyle bîr önder değil, içten, özden, yüreği açık bir Ata, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten bir şahsiyet olarak tanımlamaktadır.
Büyük bir asker, devlet adamı, önder, eğitimci deha olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta ifade ettiği “... Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu...” anlatmanın en güzel örneği hayatının son yılında yazdığı Geometri kitabıdır.
Agop Dilaçar

MAZHAR OLMUŞ
“Atatürk, (Elâziz) seyahati esnasında Sivas’a uğradı. Burada bir okulda (Sivas Lisesi) talebeyi imtihan ederken Hendese (Geometri) terimlerinin hâlâ eskisi gibi devam ettiğini görmüş, canı sıkılmış. Derhal, Atatürk’ün yanında bulunan Celal Bayar, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a yazdığı bir telgrafla bu kitapların okullardan kaldırılmasını bildirmiş. Saffet Arıkan’ın cevabı şu oldu: “İlk irşadınıza bendeniz mazhar oldum.”
Asım Us

KUTUNBİTİK ALDIM
“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım”
Gazi Mustafa Kemal

KARANLIKTA N’APCAZ?
...Teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK “sözcük”leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi!
Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitte bulunuyor: “Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor.”
Aynı bağlamda babam da derdi ki “Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz.”
Yağmur Atsız

BARİ AHENKLİ OLSA
Şair Bâki “Baş eğmeziz” demiş, “edâniye dünyâ-yı dûn için, Allah’adır tevekkülümüz i’timâdımız.”
Şu inceliğe, şu derinliğe bakın. Edâni, dünya ve dûn... Üçü de “deni” kökünden geliyor, yani “alçak!”
Bir mısrada peş peşe “alçak alçak alçak” demek zorunda kaldığınızı düşünün...
Tuhaf... Acizlik... Nakarat!
Böyle bir dille ne şiir olur, ne sanat!
Ne gönül okşar, ne kulak!
Hayati İnanç

BİR İHTİMAL DAHA
Bir olasılık daha var.
O da ölmek mi dersin?
Söyle tinim ne dersin?
...İş buna gidiyordu. Yani ‘Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin’i; ‘kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın’ diye çevirirseniz bu Türkçe mi olacak?
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya

Cumhuriyet’in hain ilan ettiği Yüzellilikler’in hikâyesi

$
0
0

Cumhuriyet’in hain ilan ettiği Yüzellilikler’in hikâyesi


Birinci Cihan Harbi bitmiş, sıra mağlupların hesaplarını kesmeye gelmişti. İtilaf Devletleri, ağır yaptırımlardan oluşan anlaşmaları masanın üstüne bir bir koyuyordu.

Diğer tüm devletlerle olduğu gibi Osmanlı da anlaşmaya varılmak üzere davet edildi. Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında yapılan görüşmelere İstanbul hükümetini temsilen Padişah’ın eski sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa memur edilmişti. Devletin bekasını emniyete almak niyetiyle girilen müzakereler daha ilk dakikalarda akamete uğradı. Zira anlaşma çerçevesinde Türk tarafına dayatılan hükümleri öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, ‘devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını’ ifade ederek görüşmelerden çekildiğini açıklamıştı.
Sevr imzası ile gelen hainler listesi
Bu sıralarda Anadolu’da neşet eden Ankara Hükümeti ise İtilaf Devleti temsilcilerine tebligatlar yollayarak İstanbul Hükümeti’nden ayrı bir bağımsız meclisin teşekkül ettiğini ilan ediyordu. Görüşmelerin tıkanmasının ardından İtilaf Devletleri, Anadolu’da direniş havasını kırmak için çeşitli hamlelerde bulundu. Yunanları Anadolu’nun içlerine sürerek Anadolu’da oluşan direnci kırmak istese de bu emel hiçbir zaman tamama eremeyecekti. Yarıda kalan görüşmelerin ardından İstanbul Hükümeti’ni temsil eden ikinci bir temsilci heyeti, İtilaf Devletleri himayesindeki bir gemiyle Paris’e yol alacaktı. Sadrazam Damat Ferit Paşa, ağır yaptırım ve kabul edilemez hükümlerin gölgesindeki Sevr Antlaşması’nı imzaladı. 10 Ağustos 1920’de varılan anlaşma, Ankara Hükümeti cephesinde büyük bir tepkiye hedef olurken, başta görüşmeleri yürüten heyet ve milli iradeye karşı gelenler vatan haini ilan edildi. Bundan sonra milli irade karşıtı her türlü eylemde bulunanlar yakalanıp hapisedilirken, paçayı kurtarmak isteyenlerse soluğu yurtdışında alıyordu. İlerleyen süreçte Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Kesintili ve uzun bir müzakere süreci sonucunda varılan anlaşma gereği gayrimüslimlerin hakları koruma altına alınıyordu. Konulan ayrı bir hükümle de Kurtuluş Savaşı zamanında Milli İrade’ye karşı gelen Müslüman vatandaşlara da genel af ile şefkat edilecekti. Ama bu anlaşmadaki hükmün geçerli olmayacağı bir zümre vardı ve Ankara Hükümeti içinde bu zümreye duyulan kin bir hayli büyüktü. Öyle ki, Lozan Barış Anlaşması’nın  (24 Temmuz 1923) mezkur af maddesine bir şerh konularak 150 kişilik bir grup, aftan mahrum bırakılmıştı. Peki kimdi yeni kurulmuş bir ülkenin ilk hainleri? Neden 150 kişiyle sınırlı tutulmuştu? Aralarında, Osmanlı Devlet ricalinden önemli isimlerin bulunduğu bakanlar, eski Mebusan Meclisi üyeleri, polisler, mülkiyeliler, askerler, gazetecilerin de olduğu bu liste neye göre tayin edilmişti?
‘Hain haindir! Prensibi ne?’
Lozan Barış Antlaşması’nın hükmünce uygulanacak Umumi Af maddesi dışında yer alan 150 kişi elbette önceden bilinmiyordu. İtilaf ülkelerinden koparılmış sayılan bu hakla hareket eden Ankara Hükümeti için sıra bu kontenjana sığdıracak isimlere gelmişti. Zira hem hakim hem savcı konumunda bulunan meclis için hainlerin sayısı 10 binleri buluyordu. Bu derecede geniş çaplı bir listenin 150 kişiye indirilmesinde hangi prensibin korunacağı ise Meclis’te tartışma sebebi oldu. Dahiliye vekilinin çıkardığı 600’lük liste önce 300’e indirildi fakat Lozan Antlaşması’nda belirlenen 150 kişilik listeyi seçmek kolay olmadı. Oturumu yöneten Fethi Bey (Okyar) bir Ramazan gününe denk gelen ve hararetli atışmalara sahne olan oturumu yönetmekte zorlanıyordu. İsimlerin okunması esnasında, kimi vekiller seslerini yükselterek ‘Hain haindir! Prensip gerekmez’ diyerek itiraz ediyor, araya girerek ‘falancayı da dahil edin, o da haindir!’ diye bağırıyorlardı. 16 Nisan 1924 günü yapılan ve bir hayli uzun süren oturumda makus talihli 149 kişi oy çokluğuyla belirlendi. Boşta kalan yere Köylü Gazetesi sahibi Refet Bey de eklenerek 150 kişilik kontenjan tamamlandı. Liste oluşturulurken vekillerden her türlü menfi yorumlar, ısrarlar eşliğinde ilave isimler, tahkir içerikli cümleler Dahiliye Vekili İçişleri Bakanı Ahmet Ferit’in (Tek) konuşmasını kesiyordu. Dönemin sakıncalı kişisi Damat Ferit Paşa’nın ismi liste için okunduğunda, kalabalık arasından ‘Çoktan cehenneme gitti!’ diyenler bile olmuştu. (Listenin düzenlenmesinden evvel Ekim 1923’te öldü.) Falanca Yunan bayrağını öpmüştü, filanca azılı haindi sesleri eski Meclis’in duvarlarında yankılanıyorken, istediği isimleri listede görenler de Dahiliye Vekili’ne ‘Allah sizden razı olsun!’ diyerek şükranlarını sunuyordu.
Listeye alınanların yarısından fazlası Çerkez
Alınan kararla af maddesine konulan 150’likler şerhi, yurtdışına çıkan ‘hainlerin’ öncelikle vatandaşlıktan çıkarılmasını gerektiriyor ve Türkiye’de ikamet etmeleri yasaklıyordu. Mezkur şahısların Türkiye sınırları içinde bulunan mallarını tasfiye etmeleri için dokuz aylık bir mühlet verilecekti. Kabarık listedeki yasaklıların başında Son Padişah Vahdettin’in mahiyeti olmak üzere eski Kabine Azaları, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyet, Kuvay-ı İnzibatiye, Çerkez Ethem’in avanesi ve dönemin ünlü gazetecilerinden Falih Rıfkı bulunuyordu. Hâlâ milli irade karşıtı eylem içinde olanlar meclis zabıtlarında özellikle belirtilirken, makus listede yer alanlar karar alındığında çoktan dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. O dönemlerde hakkında tevkifat (tutuklama) kararı çıkarılan siyasiler, öncelikle İngiliz Konsolosluğu’na sığınıyor, oradan da vapurla sair ülkelere yerleşiyordu. Liste içinde yer alanlardan 86 kişinin Çerkezlerden oluşması listenin bir diğer dikkat çeken tarafıydı. Başta Çerkez Ethem’in kardeşleri Reşit ve Tevfik olmak üzere dokuz kişi, ‘Şark-i Karib Çerkezleri Cemiyeti’ kongresine katılan 18 kişi, Gönen ve dolaylarında Anzavur’la işbirliği yaptıkları gerekçesiyle 40 kişi ve diğerleri de Kuvay-ı İnzibatiye ve Vahdettin’in maiyetinde bulunmaktan dolayı listeye dahil edilmişlerdi.
14 sene sonra gelen af, yaraları sarmadı
Aradan geçen yıllarla beraber, Cumhuriyet’in ilk yıllarında hain ilan edilen 150 kişi için menfi-müsbet gazete yazıları yazılıyor ve özellikle devrin önemli yazarlarından sayılan Refik Halit (Karay)’ın tekrar yurda dönmesi için çağrılar yapılıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi 16 Temmuz 1938 tarihinde çıkardığı yeni bir kanunla bir zamanlar umacı ilan edilen zümrenin vatana dönmelerindeki engelleri kaldırdı. Ancak kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bu kişilerin sekiz yıl boyunca devlet kademelerinde memur olarak çalışmalarına izin verilmedi. Askerlik, hakimlik ve zabitlik gibi eski mesleklerini yapabilmelerine de imkan kılınmamıştı. Bundan dolayı 150’liklerin birçoğu memleketlerine dönmeye bir engel olmamasına karşın, bulundukları yerden ayrılmayacak ve bazıları yurtdışında yoksulluk içinde ölecekti. Bu isimlerden Refik Halit, kaldığı Halep’ten ayrılarak 16 yıllık bir sürgünün ardından yurda döndü. Aydede Mizah Dergisi’ni çıkardı. Alemdar Gazetesi sahibi Ref’i Cevat (Ulunay) da affın ardından yurda dönenlerden. İstanbul’a gelince gazeteciliğe devam etmiş, Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde vefatına kadar çalışmıştır. Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise çıkarılan kanun sonrası Yunanistan üzerinden Mısır’a geçmiş, El Ezher Üniversitesi’nde ömrünün sonuna kadar ders vermeyi tercih etmişti (1954). Sevr Anlaşması’nı imzalayan heyetin içinde bulunan ve devrin hatırı sayılır isimlerinden şair, filozof ve devlet adamı Rıza Tevfik ise, af sonrası Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan üzerinden yurda geri döndü. Kendi tabiriyle ‘hesaplaşmak için değil, vedalaşmak için’ gelse de, kimseden alaka göremedi. Rıza Tevfik, yaşamını Vakıf Gurebâ Hastanesi’nde yitirecekti. 150’likler listesinin en çarpıcı isimlerinden olan ve düzenli birliklere katılmayı reddeden Çerkez Ethem ise o hengamede Yunanistan üzerinden Berlin’e gitti. Burada tedavi gördükten sonra Umman’a geçerek hayatının sonuna (1948) kadar burada yaşadı.

 
Milli Mücade yıllarından bir kare. Mustafa Kemal Paşa’nın sağ tarafında bulunan Çerkez Ethem.

İmzayı atmak yine bir Çerkez’e düştü
150’likler listesini Meclis kürsüsünde isim isim okuyan Dahiliye Vekili Ahmet Ferit Bey hakkında yazılan bir yazı, tartışmaların son günlerine damgasını vuracaktı. 28 Nisan tarihli Vatan Gazetesi’nde Ahmet Emin (Yalman) tarafından yazılan bir makale, Ferit Bey’in sınır dışı edilen zengin Ermenilerin yeniden Anadolu’ya dönmesi için yardım ettiği iddialarına yer veriyordu. Ayrıca kendisinin Damat Ferit Paşa hükümetinde Bayındırlık Bakanı iken çektiği gizli telgraflarda yer alan Milli Mücadele ve Mustafa Kemal hakkındaki olumsuz bazı ifadeler de gün yüzüne çıkmıştı. Eleştirilere daha fazla direnemeyen Ahmet Ferit Bey, 21 Mayıs 1924’de istifa etti. Yarısından fazlası Çerkez kökenli olan 150’likler bildirisinin altına ne gariptir ki İçişleri Bakanlığı’na yeni atanan ve yine Çerkez kökenli bir bakan olan Recep Bey (Peker) imza atacaktı.
Kaynak:
Emin Karaca, 150’likler, Altın Kitaplar
İzzet Aydemir, Yüzellilikler Listesi ve Çerkesler, www.kaffed.org
Tarih ve Toplum Dergisi Ekim 1989
Doç. Dr. Ali Satan: 150’liklerin belirlenmesinde kıstas hainlik değil, yeni rejime muhalefet oldu
İlk dönem Cumhuriyet Devri uygulamalarında dikkat çeken konu, Lozan Antlaşması’nda Türkiye’nin genel af ilan etmesi konusunda ikna edilmiş olmasıdır. Yani İtilaf Devletleri’nin beş sene süren fiili işgallerinde onlarla işbirliği yapan çevreler bir şekilde korunma altına alındı. İkincisi, zaferden sonra İstanbul’a gelen Refet Paşa ile İngiltere’nin İstanbul Yüksek Komiseri General Harrington arasında gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma, İtilaf Devletleri’yle ilişkisi ifşa olunanların 1922 sonuna kadar Türk makamlarına başvurmadan ülkeyi terk etmelerinin önünü açıyordu. Üçüncü konu ise 150 kişi seçilirken sadece düşmanla işbirliği konusu değil, yeni kurulmakta olan rejimle ters düşen ve ileride potansiyel tehdit ve tehlike teşkil edebilecek, rejim muhalifi kişiler de bu listeye dahil edilmişti. Ancak liste kâfi gelmedi, daha sonra özellikle ordu ve bürokrasinin farklı makamlarında yer alan isimler arasında da ayıklamalar yapıldı.

Tarihimiz 3 Kuruşa Yabancılara Satılmış

$
0
0


hilmi kemal
Tartışma - Dün 22:37


Tarihimiz 3 Kuruşa Yabancılara Satılmış

Arşivler milletlerin hafızası hükmündedir ve muhafaza edilip tasnife tabi tutularak araştırmacıların hizmetine sunulması milli bir görevdir. Dünyanın en zengin belge ve defter koleksiyonlarına sahip olan arşivlerimiz 1931 yılı Mayıs ayında dünya arşivcilik tarihinde numunesi olmayan bir hadise ile karşı karşıya kalmıştır.

İstanbul Defterdarlığı’nın zemin katlarında depolanan Maliye Nezareti’ne ait evraklar “evrak-ı perişan” yani kullanılamaz kabul edilerek ihale ile kağıt hamuru yapılmak üzere satışa çıkarılmıştır. Evrakların kullanılamayacağına dair raporu hazırlayan iki maliye memuru ne tarihçi ne de arşivcidirler. İhaleyi Bulgaristan’ın Sofya şehri yakınlarında faaliyet gösteren İsveçli Berger ailesine ait Srnee Berger kağıt fabrikası İstanbul’daki aracı kurumları vasıtasıyla kazanmış ve ihale bedeli olarak okka başına 3 kuruş on para üzerinden anlaşılmıştır.
Ecdadımızın terekesi olan bu kıymetli materyal Defterdarlık binasından Sirkeci Tren Garı’na özensiz bir biçimde nakledilirken sokaklara uçan bir miktar belge, gazetelerine giderken aynı yokuşu kullanan Muallim Cevdet ve İbrahim Hakkı Konyalı gibi memleket sevdalısı münevverlerimiz tarafından görülmüştür. İşin aslını araştırıp vehametini kavrayan adı geçen merhumlar konuyu büyük bir infial ile gazetelerindeki köşelerine taşımış ve hafızamızın satılıyor olduğunu duyurmuşlardır.

Fakat ne yazık ki kimliğimiz olarak kabul edebileceğimiz evrakın mühim bir kısmı Sofya’ya intikal etmiştir. Bu köşe yazıları sayesinde Bulgar yetkililer de satıştan haberdar olarak belgelerin kağıt hamuru yapılması işlemi durdurulmuştur. Kağıt fabrikasına gitmek ve kağıt hamuru yapılmak üzere yola çıkan dede yadigarı belgeler Sofya Cyril Methodius Kütüphanesi’ne konulmuş ve Şarkiyat Koleksiyonu birimi oluşturularak tasnife tabi tutulmuştur.

Kütüphane müdirelerinden Zorka İvanova’nın ifadesi ile kuru ot fiyatına alınan bu vesikalarla Bulgarlar dünyanın üçüncü büyük arşivine sahip olmuşlardır. İşin teselli olunacak yönü, evrakların kağıt hamuruna dönüştürülmekten kurtarılması ve Bulgarlar ile 1993 yılında yapılan protokol gereğince mikrofilmlerinin arşivimize kazandırılmaya başlamış olmasıdır.

(Ahmet Çolak, 2011)

Osmanlının son hükümdarı, son evrensel imparator II. ABDÜLHAMİD Han'ın yaptıkları, Hizmetleri

$
0
0



hilmi kemal
Tartışma - 16:49


BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

• İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,

• İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan,

• Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,

• Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),

• İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan,

• Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,

• Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,

• Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi..)

• Okullara (Hristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde, Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris’te İslam Külliyesi kuran!

• Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de!

• Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O!

• Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,

• Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,

• Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,

• Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen, bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,

• Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,

• Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,

• Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,

• Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,

• Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirten, ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),

• Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,

• Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,

• Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),

• Türkiye’nin birçok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir,Dolmabahçe..),

• Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,

• Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,

• Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur, (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),

• Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,

• Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,

• Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,

• Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.

• Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çin'in göbeği Pekin'de Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,

• Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]),

• Yeni gemiler alan, toplar(Çanakkale Savaşı’ndaki çoğu top), tüfekler getirten de!

• Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur!

• Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan’da kilise yapılmasına bile yardım eden),

• Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),

• ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,

• İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),

• Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran,

• Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran,

• Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,

• Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..),

• Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O!

• İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), ilk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa geçen,

• Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör.şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),

• Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu, sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul vardı)

• Orta okul (Rüşdiye)sayısı 619’a çıktı, Fransızca dersleri konuldu,

• Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi..)

• İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,

• Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası), Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani) ,Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv.Tıp Fak.), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye (Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböcekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.

• Unutmadan bide Ankara’da Çoban Okulu var..

TANIYAMADINIZ MI

Hani neredeyse bütün sözde aydınların sövdüğü, öğretmenlerimizin kendi ideolojik yaklaşımı ile anlattığı, baskı yapıyor diyerek, o dönemin şartlarını bile düşünmekten aciz olan insanların sevmediği.. (Neden kimse 1925’deki Takrir-i Sükun Kanununu ile bütün muhaliflerin susturulduğunu düşünmez? Bu dönemde hükümet veya mahkeme kararıyla pek çok yayın organı kapatıldı, özellikle sol yayınlar tamamen yeraltına itilmişti. Ya da İsmet İnönü döneminde 44 gazete kapama emri verildiğini. Yakub Kadri’nin “İsmet Paşa bir polis devleti kurdu dediğini.”

Düşünmeyiz; çünkü o kişilere karşı körü körüne yargılarımız yoktur, at gözlüğü ile değil o dönemin şartlarına göre bakarız tarihe.

ingilizlerin oyunu, İttihatçıların tertibi ile “Din elden gidiyor!” gibi komik bir gerekçe ile 31 Mart vakasına maruz bırakılan,

1895-96’da Doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından kurulmak istenen devleti, Hamidiye Alayları ile bastıran, bu sebeple Fransız tarihçi tarafından Kızıl Sultan diye isimlendirilen,

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

Belki de gerçekten suçluydu, kötü bir insandı. Çünkü Osmanlı topraklarında petrol araması yaptırıp 65 yerde petrol buldurması, bunun üzerine Musul topraklarını şahsi parasıyla alıp sömürgecilerin eline geçmesine mani olması..

Ya da Yahudilerin 5 milyon altın teklifine rağmen Filistin’de toprak vermemesi (tahtan indirildikten sadece 8 yıl sonra emellerine kavuşacaklardır), vatan hainliğidir,

Ne bileyim; 240 üyeli Osmanlı meclisine 140 Türk vatandaşı sokmayı beceren İttihatçıları dinlemeyip meclisi kapaması,

Baskı yaparak devletin ömrünü 30-40 yıl uzatması, böylece o yıllarda daha genç bir subay olan Mustafa Kemal’in Türk milletinin kaderinde rol almasına vesile olması suçtu?

Belki de Prof.Dr.Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi;

“Milletimiz bu hükümdarın dehasına çok şey borçludur”

Belki de Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın dediği gibi;

“Osmanlının son hükümdarı, son evrensel imparator II. ABDÜLHAMİD’dir”

Lütfen düşünün bizim kadar köklü tarihi olup ta o tarihe sırtını dönen, iftira atmaktan zevk alan, Osmanlıyı kötülemeyi Cumhuriyetçilik sayan, laik düşünceyle dinin egemen olduğu bir sistemi eleştiren, okumak yerine duymakla yetinen, araştırmadan her konuda uzman olan kaç millet vardır?


ENVER PAŞA'NIN İTİRAFI

$
0
0




hilmi kemal
Tartışma - 18:30


ENVER PAŞA'NIN İTİRAFI

II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı.

“Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın 1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi saat 23.00’de bir Alman istimbotu ile kurtarmaya kalktığı ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:

“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”


pek çok subay Cumhuriyet için değil, Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için mücadele vermişti

$
0
0

Osmanlı Sevdalıları



hilmi kemal
Tartışma - 17:08


"Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, İstanbul işgal edilip batı Anadolu Yunan ordusunun eline geçince Mustafa Kemal, saltanatın kaldırıp Cumhuriyetin kurulması gerektiği inancını taşısa da, şurası açıktır ki bağımsızlık savaşını yürüten pek çok subay Cumhuriyet için değil, Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için mücadele vermişti."

Cemal Kafadar
(Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak, Timaş Yayınları,
Eylül 2011, İstanbul, Sf.115)

Üçüncü Napolyon, meşhur Fuad paşaya sorar

$
0
0



hilmi kemal
Tartışma - 19:21


Üçüncü Napolyon, meşhur Fuad paşaya sorar:

- Dünyada en kuvvetli, en sağlam temeller üzerinde, yıkılması en zor, hangi imparatorluk vardır?

Fuad paşa, Allah tarafından memur bulunduğu rolden habersiz, güya (espri) yapar:
-Osmanlı İmparatorluğu, Haşmetmeâb!

Napolyon'un kahkaha atmadığı kalır:
-Nasıl olur, Ekselans?

-Nasıl olmaz, Majeste; siz dışarıdan, biz içeriden bu imparatorluğu yıkmak için her şeyi yaptığımız halde yine muvaffak olamıyoruz!

Fuad paşanın (espri) kılıklı cevabı, bir sarhoşluk ânında suçunu ithaf eden, ortaklarını da ele veren katilin halinden nişane...

KAYNAK: Necip Fazıl Kısakürek Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han


Yavuz Sultan Selim Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, Yivli top

$
0
0

hilmi kemal
MODERATÖR

Tartışma  -  Dün 17:19
Yavuz Sultan Selim Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, ileri görüşlü babası Sultan II Bayezid'ın icadı olan "içi yivli topları kullanarak büyük başarılar elde etmiştir.

Bugün ise bizlerin hala II Bayezid'in bu büyük icadını tarih kitaplarımızda: "Yivli top 1868 de Almanlar tarafından icad edildi" diye okutma gafletini göstererek ecdadımızın kemiklerini sızlatıyoruz.

KAYNAK:Refik, ibrahim; Efsane Soluklar, Töv Yay.,İzmir/1992, s.49

Sultan 2. Abdülhamid, Peygamberimiz HZ.MUHAMMED (sav)'a hakaret içeren piyesleri nasıl yasaklattı?

$
0
0



hilmi kemal
MODERATÖRTartışma - Dün 16:38


Sultan 2. Abdülhamid, Peygamberimiz HZ.MUHAMMED (sav)'a hakaret içeren piyesleri nasıl yasaklattı?

İşte II. Abdülhamid'in Fransa, İngiltere ve İtalya'da oynanmasını yasaklattığı piyesler:
Ziyad Ebüzziya - Mehmet Emin Gerger'in arşivlerden çıkardığı çarpıcı belgeler:

Osmanlı Padişahı Sultan 2. Abdülhamid, Batı memleketlerinde gerek dini, gerekse milli hislerimizi incitecek yayınlara karşı son derece hassas davranır ve icap eden tepkiyi şiddetle gösterir, müdahelesinde ısrar eder ve müspet netice almadan işin ucunu bırakmazdı.

Dışişleri Bakanlığı Arşivleri'nde, Sultan Abdülhamid'in, bu konulardaki hassasiyeti kadar, sözünü kabul ettirmedeki kudretini ispatlayan dikkate değer belgeler vardır.

Fransa'da II. Cumhuriyet devrinde Sadi Carnot'nun Cumhurbaşkanlığı sırasında, Fransa'nın tanınmış yazarlarından ve Fransız Akademisi üyelerinden, Marki de Bornier "Muhammed" ismiyle manzum bir dram yazmış, bunu Komedi Franseze (Comedi Française) kabul ettirmiş (1888), programına aldırtmış ve sahne provalarına başlattırmıştır (1890).



Piyes, Hazreti Muhammed'i sahnede belirttiği gibi Resulü Ekrem'in şahsiyetini ve islâm dinini aşağılatan bölümleri içermektedir. Sultan Abdülhamid'in müdahalesi piyesi sadece Komedi Fransez'de yasaklatmakla kalmamış, Fransadaki bütün tiyatrolarda da sahnelenmesini menettirmiştir.

İslâmiyete karşı beslediği düşmanlık hislerini ve dini taassubunu, edebî bir kılığa bürüyerek açığa
vurmak isteyen yazar, Marki de Bornier, emeline nail olamayınca, Piyesi'ni İngiltere'de oynatmak yolunu aramış, O devrin (1890) tanınmış İngiliz aktörlerinden İrving'le anlaşmış ve oyun Londra'nın "Lyceum" tiyatrosunda sahnelenmek hazırlığına girişilmiştir. İngiltere'de Kraliçe Victoria devridir ve Lord Salisbury Hariciye Nazırıdır. Sultan Abdülhamid buraya da müdahele etmiş ve piyesin bütün İngiltere tiyatrolarında da oynatılmasını yasaklattırmıştır.

Üç yıl sonra, Lord Salisbury yerine hariciye nezare¬tinde Lord Rosebery'nin gelmesini fırsat sayan piyesin yazan de Bornier başka bir Londra tiyatrosuyla anlaşarak eserini sahneletme yolunu aramış, fakat yine Osmanlı Sefaretinin müdahelesiyle karşılaşmış emeline erememiştir.

Yıl 1900. Paris'de bir tiyatroda "Muhammed'in Cenneti" isimli bir piyes oynanmak istenmiş, Paris Sefaretimizin müdahalesiyle piyesin ismi değiştirilmiş, İslâmiyete karşı, telmih sayılabilecek hususlar da eserden çıkarılmıştır.

1893'te Roma'da "2. Mehmed" isimli piyesin oynanacağı haber alınmış, İtalyan Hariciyesine yapılan müra-caatla eserde, gerek Fatih Sultan Mehmed'in şahsı, gerekse İslâmiyeti küçültücü bir durum varsa, piyesin yasaklanacağı teminatı alınmıştır.

...

Malum olduğu üzere, Dışişleri Bakanlığı "Reisü'l Küttab"lık ismi altında faaliyet gösterirken, 1836'da ismi "Umuru Hariciye Nezareti"ne çevrilmiş ve bu tarihten itibaren, 1914'e kadar nezaretleri ve sefaretleri arasındaki bütün muhâberât Fransızca olarak cereyan etmiştir. Bu itibarla konumuzla ilgili sunacağım bütün Belgelerin asılları fransızcadır. Burada bunları Türkçeye tercüme ederek verirken, Belge hüviyetlerini de korumak gayesiyle asılları olan Fransızcalarını da sunmayı uygun buldum. (1)

Belgeler, Hariciye Vekâleti (Dışişleri Bakanlığı) arşivinde; "TSTİ" 68 rumuzlu 68 no. lu dosyadadır. Dosya, 12 numaralı fihrist defterinin 61. sahifesinde şu kayıda yazılıdır:

"Hazreti Muhammed Aleyhisselâm Hazretlerinin Namı Kudsiyetlerine dair tertib olunan oyuna dair."

Sultan Abdülhamid'in oynatılmasını yasaklattırdığı piyese ait ilk belge, Dahiliye Nezaretinin, Hariciye Nezaretine yazdığı ikaz tezkeresidir. Bu yazı Dahiliye Nezaretinden geldiği için Türkçedir:

Dahiliye Nezareti Celilesinden. Fi 28 Zilkade sene 305 ve fi 25 Temmuz sene 304 tarihiyle Hariciye Nezareti Celilesine mevrud tezkerenin suretidir.

"Devletlû Efendûm Hazretleri "İndependance Belge" gazetesinin bu hafta gelen nüshalarının birinde münderic olduğu üzere İslâmiyet aleyhinde tertib edilmiş bir tiyatro risalesinin Paris'te vaki Comedia Française nam tiyatroda oynatılacağı anlaşılarak bilcümle Müslimince su-i tesiri mucip olacak olan böyle bir oyunun icrasına Fransa Devleti tarafindan ruy-u rıza gösterilmeyeceği bedihi bulunduğundan Sefareti Seniye vasıtasıyla bu bapta Devleti Müşarün ileyha Hariciye Nezaretine tebliğat-ı lazime ifası es-babının istihsali Matbuat îdaresinden ba müzekkere ifade kılınmış olmakla icabının müsaareten icrasına himemi aliyei düsturüleri derkâr buyurulmak babında emru ferman Hazreti min lehül emrindir. (2)

Hariciye Nezareti tezkereyi alınca, aynı gün» konuyu telgrafla Paris Sefaretine intikal ettirmiştir:
Said Paşadan Esad Paşa'ya telgraf (7 Ağustos 1888}

Gazeteler Mr. de Bornier'nin, "Muhammed" isimli bir eserinin Comedie Français'de sahneye konulmaya hazırlandığını bildirmektedir.

Bu eser İslâmiyet aleyhtarı bir düşünceyle yazılmış olduğundan menolunması için gerekli teşebbüste bulunmanız ricasıyla. (4)

Paris Sefiri Esad Paşa, hemen ertesi günü telgrafla cevap vermiştir:
Esad Paşa'dan Said Paşa'ya, Telgraf. Parjs 18 Ağus-tos 1888, 148 sayılı telgraf alınmıştır.

Nezdinde gerekli teşebbüslerde bulunduğum Hariciye Nâzırı konuyu kabine arkadaşı Maarif Nazırı ile görüşmek vaadinde bulunmuş ise de, Ekselansları, piyesin oynanmasının yasaklanmasının mümkün olabileceğini sanmadığını belirtmiştir.

Nazırdan alacağım kesin cevabı Zat-ı Devletlerine telgrafla arz edeceğim. (5)

Esad Paşa, altı gün sonra, Said Paşa'ya Fransız Hariciye Nazırından aldığı cevabı tellemiştir:
Esad Paşa'dan Said Paşa'ya telgraf. Paris 18 Ağustos 1888. 148 sayılı, telgrafıma ektir.

Hariciye Nazırı, Maarif Nazırı'nın Bornier ile temas ettğini, piyeste bazı değişiklikler yapmak vaadini aldığını ve eserin bu yıl oynanmayacağını söylediğini bildirmiştir. (6)

Aradan bir yıl yedi ay geçmiştir. 1890 Martı'ndayız. Komedi Fransez piyesi programına almış ve provalarına başlatmıştır. Bu müddet zarfinda Sultan Abdülhamid'in, bizzat, Fransız Sefiri Kont Montebella ile meseleyi görüştüğünü ve piyesin oynatılmasının yasaklanması hususunda ısrar ettiğini, Fransız Sefirinin de, Hünkâr'ın arzusunun yerine getirildiğini ve piyesin hükümet kararı ile, yalnız Komedi Fransez de değil, bütün Fransız tiyatrolarında sahnelenmesinin yasaklandığını, Hariciye Nazır Said Paşa'ya yazdığı özel mektuptan anlıyoruz:
22 Mart 1890 Cumartesi akşamı tarihini taşıyan Mektup'ta, Fransız Sefiri, şunları yazmaktadır:

"Muhterem Nazır Hazretleri,

Hünkâr Hazretlerinin, Pariste pek yakında oynanmasına, başlanacak olan Mr. de Bornier'nin "Muhammed" isimli dramının men edilmesi hususunda girişimlerde bulunmam için, nezdinde vaki müteaddid müraacatlarının is'afı, hususunda, hükümetime ikrazlarda bulunmuştum. Şu anda aldığım bir telgrafta, hükümetin bu sabahki toplantısında bu Piyes'in, bütün Fransız tiyatrolarında oynatılmasının yasaklanması kararını aldığı bildirilmektedir. Müdahalemin müspet neticesinin, vakit kaybedilmeden Hünkâr Hazretlerine iblağ edilmesini bilhassa istirham ederken, bu haberin kendilerinin yüce katlarına ulaştırılması hususunda, siz Ekselanslarından daha uygun bir mütevassıt olamayacağı kanaatimi arz ederim.

"Hükümetimin, Hünkâr Hazretleri'nin şahsen izhar buyurmuş oldukları isteklerini yerine getirmek için aldığı bu kararla, Devlet-i Aliye ile en kalbî münasebetini idame ettirmek arzusunu beslediğini, Sultan Hazretlerinin takdir buyuracaklarından eminim. İhtiramlarımın kabulü"... E. Montebello (7)

Fransız Sefirinin, Hariciye Nazırı Said Paşa'ya özel mektubuyla bildirdiği bu haberin ertesi günü, Paris Sefiri Esad Paşadan da aynı haberi veren telgraf gelmiştir.

Esad Paşa'dan, Said Paşa'ya telgraf. Paris 23 mart 1890,

"Dün gece sarayda verilen bir suvarede, Cumhurbaşkanı, bana bu sabahki kabine toplantısında, Hükümetin "Muhammed" trajedisinin Fransa'da hiçbir tiyatroda oynatılmaması hususunda karar aldığını bildirmiştir. (8)

"Buraya birkaç parçasını naklettiğimiz satırlar, Sultan Abdülhamid'in eseri menettirmekte ne derece haklı olduğunu ve Batı'nın mütaassıp tabakasının buna ne kadar öfkelendiğini göstermektedir. Sultan Abdülhamid'in İslâm dininin tezyif edilmesini önlemekte gösterdiği duyarlılık, İslâm Alemi'nde de büyük bir memnuniyet uyandırmıştır.

Belge Asılları ve daha geniş bilgi için bkz. "2.ABDÜLHAMİD'İN İSLAM'I KORUMADAKİ KUDRETİ/Batı'da Yasaklattığı Piyesler, M.Emin GERGER/Ziyad EBÜZZİYA,İstanbul, megerger@hotmail.com

Kaynak: Haber7

Araplar ve diğer Müslümanlar, I. Dünya Savaşı’nda bizi sattı mı?

$
0
0



hilmi kemal
MODERATÖRTartışma - 11 Ağu 2013


Hayır vurmadı!

Buna rağmen Başöğretmenim Hikmet Bey sık sık şunu tekrarlardı: “Araplar ve diğer Müslümanlar, I. Dünya Savaşı’nda bizi sattı...”
Sözlerini de şöyle bitirdi: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.”

Gerçek şu ki, Osmanlı’ya karşı toptan bir Arap ayaklanması yoktur. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin’in önderliğinde (İngilizler ona Arap imparatorluğu sözü vermişlerdi), birkaç bedevi kabile ayaklanmış, tanınmış Arap kabilelerinin çoğu Osmanlılık ve Müslümanlık bağıyla Hilâfet’e bağlı kalmıştır.

I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin “Arap imparatorluğu” vaad eden İngilizlerle anlaşmış Osmanlı’ya karşı isyan etmiş, bir bakıma arkadan vurmuştur.

Ancak Şerif Hüseyin tüm Arapların temsilcisi değildir. O bir istisnadır.
Mesela Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini “arkadan vuran” herhangi bir olay olmamıştır.

Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Osmanlı’ya sadık kalmıştır...
Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.

Araplara söylenenler ise bunun tam tersiydi: “Türkler sizi yüzyıllar boyu sömürdü” diyorlardı.

Hâlbuki ikisi de doğru değil: Ne Araplar Türkleri arkadan vurdu, ne Türkler Arapları sömürdü. Bu sadece bir İngiliz propagandasıdır.
İngilizler petrol yataklarına hâkim olmak için hazırladıkları plânın gereği olarak Osmanlı Devleti’ni parçalamak istiyorlardı. Bunun için de Arapları ayaklandırmaları gerekiyordu. Şerif Hüseyin’i plânlarının piyonu olarak kullandılar.

Sözün burasında bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum: Araplar arasında ayrılıkçı milliyetçiliği Müslüman Araplar değil, Hıristiyan Araplar başlatmıştır.

Müslüman Arapların çoğu “Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı.” (Prof. Dr. Kemal Karpat).

Gerçek bu merkezde olmasına rağmen, Avrupa’nın büyük emperyalist ülkeleri, Papalık ve enternasyonal Siyonizm’in çabalarıyla etkili bir karalama kampanyası açıldı ve maalesef başarıya ulaştı.
Araplar hafızamızda “hain” olarak, biz Arapların hafızasında “emperyalist” olarak damgalandık. Bu kara damga zamanla etkisini artırdı: İngiliz siyasetinin kendilerine “ikram” ettiği bölgelerde, kimi “kral”, kimi “emir”, kimi “sultan”, kimi de “başkan” unvanlarıyla hüküm süren diktatörlerle buna paralel olarak Türkiye’de hüküm süren “Şeflik rejimi”, kendi menfaatleri ekseninde Türk-Arap düşmanlığını körüklediler...

Sonunda iş Sayın Başbakan’ın yakındığı noktaya geldi: Kimi bilinçli, kimi bilinçsiz, köpeklerine “Arap” ismi veren Türkler türedi...
“Ne Arab’ın yüzü ne Şam’ın şekeri”, “Arap saçı gibi karışık”, “Yalanım varsa Arap olayım”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şeklindeki sözler de aynı düşüncenin mirasıdır.

Daha da ileri gidilip Türk-Arap düşmanlığı karşılıklı olarak ders kitaplarına işlendi.

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit

Osmanlı'da Çocuk Terbiyesi (Özellikle Batılı Yazarların Dilinden)

$
0
0



hilmi kemal
MODERATÖRTartışma - Dün 16:46


Osmanlı'da Çocuk Terbiyesi (Özellikle Batılı Yazarların Dilinden)

Genç okurlarını tarihleriyle barıştıran Yavuz Bahdıroğlu Osmanlı'nın çocuk terbiyesinde kullandığı yönteme dikkat çekti...

Her sene çocukları bile etkilemeyen bir birinin benzeri nutuklar çekip, tutmadığımız, tutmayacağımız vaatlerde bulunuyoruz.
Ama çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiği konusunu hâlâ pek fazla düşünmüyoruz...

Bu konuda özgün örneklerimize bakmıyoruz.

Belki de bu yüzden Türkiye’nin insan kaynakları kurumuş vaziyette. Türkiye hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyor...

Oysa geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengindir...

Şu halde Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş ceddimizin, çocuk eğitimi konusunda, bizimkinden farklı, ama daha iyi metotları vardı...

Daha fazla vakit kaybetmeden bu metodolojinin kaynaklarına ulaşmamız ve güncelleyip çağa taşımamız gerekiyor.

Öncelikle şunu görmek gerekir ki, Osmanlı ailesi ve eğitimi, çocuklara müthiş bir özgüven veriyordu.

Batılı yazarlardan M. de Thevenot, biraz da yadırgayarak bu özgüveni dile getiriyor:

“...Türklerin kusurlarına gelince, son derece azametli, boylu-poslu oldukları için, kendilerini bütün milletlerden üstün tutarlar ve kendilerini yeryüzünün en cesur insanları sayarlar. Dünyayı kendileri için yaratılmış sanırlar. Bundan dolayı da bütün diğer milletleri ve özellikle kendi dinlerinden olmayan Hıristiyan ve Yahudi milletleri toptan küçük görürler.”

Bu yaklaşım, Thevenot’un sandığı gibi “öteki”leri “küçük görmek” değildi elbet, kendini “olduğu gibi” görmekti.

Şimdiki dilde buna “özgüven” diyorlar.

Yani Osmanlı insanı dinine, milliyetine, milletine ve devletine inanıyor, bunlara inandığı için de kendine güveniyordu.

Yılmaz ve yıkılmaz olduğunu düşünüyordu.

Çocuklarını da bu öğreti ile yetiştiriyordu.

Sonuç olarak aile, mektep-muallim ve çevre el ele, Murad, Selim, Süleyman, Sinan gibi “cevher insan”a ulaşıyorlardı.

Bu gerçeği, Batı hayranlarını da etkilemek amacıyla, dilerseniz Avrupalı gezginlerin, yazarların, diplomat ve araştırmacıların eserlerinden aktaralım.

Mesela, “Türkiye Seyahatnâmesi”yle meşhur Du Loir'ın 1650'lerdeki ahlâkımız hakkındaki hükmü şu:

“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”

Bugünkü “siyasi” ve “medeni” hayatımız için aynı şeyi söyleyebilir misiniz?

A. L. Castellan’dan bir tespit:

“Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi gösterirler.”

“Modernleşme-medenileşme” amacıyla “Avrupalılaşma” sendromunun aileden dışlayıp yalnızlaştırdığı “dede” ve “nine”lerin boşluğu hiçbir şekilde dolmuyor...
Çocuklarımız onların yoğun şefkat-sevgi sarmalında yumuşattıkları öğütlerinden ve deneyimlerinden mahrum büyüyor.

Eskiden böyle değilmişiz. Bunu bize Onyedinci Yüzyılda İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunan Sir James Porter (ki tam bir İslâm ve Türk düşmanıdır) söylüyor:

“Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri hürmet, bilhassa şayan-ı takdirdir. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığırından çıkmış evlâtlar az görülür...”

Düşünüyorum da, bugün bir yabancı sefirin aynı tarz cümleler kullanmasını pek imkân dâhilinde görmüyorum. Çünkü biz kendi kültür ve medeniyet sisteminden koparılıp boşluğa fırlatılmış bir milletiz.

Sir James Porter’i dinlemeye devam edelim:

“Osmanlılarda anne-baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlâtlık vazifesiyle alâkadar olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür...”

Ne yazık ki, aile dışı bağlarımızdan sonra (komşuluk ilişkisi gibi) aile içi “sarsılmaz bağlılığı” da çoktan kaybettik. “Kuvvetli anne-baba sevgisini” ve “itaat duygusunu” gömdük. “Mürteci” derler korkusuyla arkalarından bir Fatiha bile okuyamıyoruz.

Osmanlı toplumuna hayranlık duygularını dile getiren sadece Sir James Porter değil elbet, pek çok Avrupalı gezgin böyle düşünüyor.

Bunlardan biri de meşhur Fransız yazarlardan Dr. A. Brayer’dir. “Neuf anne'es a Constantinople” isimli eserinde Osmanlı toplumunun sevgi, saygı ve dayanışma ruhundan, yardımseverliğinden, ikramından, çocuklarına düşkünlüklerinden ve insanı minnettar bırakan yardımseverliklerinden uzun uzun söz ettikten sonra işin özüne iniyor ve bütün bu mükemmelliklerin kaynağını açıklıyor:

“Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar...”

Osmanlı toplumunda gözlemlediği iyilikleri, özellikle de aile-çocuk ilişkilerini övüp kendi toplumuna bu konularda Osmanlıları örnek gösterdikten sonra, olumlu davranışların temeline inen Fransız yazar Dr. Brayer’in şu tespitiyle dünkü yazımızı noktalamıştık:

“Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar…”

Kimi aydınlarımızın bir türlü gelmek istemediği bu noktaya bir yabancı gezginin üstelik 18. asırda gelmiş olması ilginç ve düşündürücüdür.

Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten esrarı keşfetmiş ve çekinmeden kitabına geçirmiştir. Şöyle devam ediyor:

“O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra dükkânlı hanları kuran da o ruhtur…”
“Hangi ruh” sorusuna, Dr. Brayer şu cevabı veriyor:

“Kur’ân’ın mü’minleri teshir eden (adeta esir alan) ruhu!..”

Dr. Brayer, Osmanlı’nın ruhu çalınmış torunlarını görse acaba şimdi neler söylerdi?

Brayer, eski aile hayatımıza da bakıyor:

“Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticarî muamele gaileleri (çalışan kadın sendromu), hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini azalttığı halde; Osmanlı’nın aile hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”

Şerhe, izaha, yoruma gerek var mı?..

İşin özü ve özeti şu ki, Osmanlı ailesi çocuk yetiştirmek üzere kurumlaşmıştı…
Çünkü bir topluma verilebilecek en mükemmel armağan “iyi” bir çocuktur.
Ceddimiz dengelerini buna göre oturtmuş, buna göre kendini geliştirmiş, aileyi ve eğitim kurumlarını buna göre oluşturmuştu.

Şimdiki Avrupaî aile yapımızda ise anne de çalışıyor, baba da. Nineler ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa emanet, ya da (daha iyi bir ihtimalle) kreşlere…

Dr. Brayer, Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin çocukların anne-babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz duyduklarını belirterek diyor ki:

“Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, (Osmanlı toplumunda) analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde…”

Ve, geçiyor kendi toplumunu (âdeta şimdiki yapımızı) tenkide:

“Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez (ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazan kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar…”

Biz de Avrupalılaştık ya, şimdi aynı durumdayız… Aynı sıkıntıları, aynı hasreti çekiyoruz… İşin tuhafı Avrupa aile kurumunu bozmanın faturasına toplumun dayanamadığını görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma arayışlarına yönelmiştir…

Biz ise eloğlunun döndüğü yolda doludizgin ilerliyoruz.

A. Ubicini yazıyor:

“…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”

Bundan da anlaşılacağı gibi, Osmanlılar, hayatın tümünü çocuklarıyla paylaşırlardı. Şimdi ancak zaman kırıntılarını paylaşabiliyoruz.

Ne yapmamız gerektiğini yine bir yabancı, Avusturya Başvekili Prens Metternih, hemen hemen aynı tarihlerde, Tanzimat dönemi (1840’lı yıllar) yöneticilerine yazdığı mektupta söylüyor:

“Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları alıp iktibas etmeyiniz. Zira Garp kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve kaidelere asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır… Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, İslâmiyet'e yapışınız…”

Başka söze ne hacet?

Yavuz Bahadıroğu
vakit

Yavuz Sultan Selim Han diye şah İsmail'in resmi ile kandırdılar..

$
0
0


hilmi kemal
MODERATÖRTartışma - 11 Ağu 2013


Yavuz Sultan Selim Han tahta kaşıkla, tahta kapta yemek yiyen, süslü püslü elbiseler sevmeyen bir sultan idi. 19. yy'da çizilmiş süslü ve küpeli adam tablosunu, bize Sultan Selim diye yutturdular.

Medresede okuyan küçük kızın en büyük hayali: ÇARŞAF

$
0
0


Medresede okuyan küçük kızın en büyük hayali: ÇARŞAF

Medresede okuyan küçük bir kızımızın çizdiği resim.. Hayallerine yansıyan çarşaf… MaşaAllah.

İhsan Şenocak Hocaefendi ve Abdülaziz Bayındır arasında “Teravih bidat mi sünnet mi” konulu münazara yapıldı.

$
0
0



salman raduyev yakamoz
Herkese açık olarak paylaşıldı - Dün 11:18


Bayındır'a bir kapak ta İhsan Hocamızdan :))

TVNET ekranlarında İhsan Şenocak Hocaefendi ve Abdülaziz Bayındır arasında “Teravih bidat mi sünnet mi” konulu münazara yapıldı. Aslında İhsan Hoca’nın münazara olarak hazırlandığı toplantıya Bayındır tartışmak, terslemek ve bastırmak amacıyla katılmış gibiydi.

Münazarada bir iddia ortaya atılıyorsa muhatabı tarafından çürütülmesi veya karşı delillerin ortaya konulması icap eder. Bayındır ne bir delil ortaya koyabildi, ne de İhsan Hocaefendi’nin delillerini çürütecek ilmi bir yaklaşım sergileyebildi.

Bayındır’ın en dikkat çeken yönü ise İhsan Hoca’nın sakinliği ve sıraladığı deliller karşısında afallamasıydı. Adeta renkten renge giren Bayındır, kimi zaman öfkelendi, İhsan Hoca’ya sesini yükseltti, kimi zamanda sesi anormal bir şekilde kısıldı. Tam bir yenilgi psikolojisi içerisindeydi.

Cevap veremediği zaman “ey millet bakın ne büyük hocanız var, gurur duyun” gibi cümlelerle İhsan Hoca’yı işaret etmesi ise tam bir komediydi. Münazarayı(!) izleyenler Bayındır’ın bu hallerine gerçekten çok şaşırdı.

Bayındır’ın tek delili(!) Hazreti Ömer (Radıyallahu anh)ın teravih için büyük bir cemaat şeklinde bir bütün olarak kılınmasına “bid’at” demesiydi. Ancak Bayındır’ın arapça lügattan ve Hazreti Ömer’in o sözünde bid’atin ne amaçla kullanıldığını bilmemesi ve kendisinden başka bu manada anlayan bir alimi gösterememesi zaten kendi iddiasında boğulmasına sebep oldu.

İhsan Hocaefendi ise her zaman sükunetini, vakarını koruyarak ilmi cevaplar verdi. Bayındır da yanında getirdiği kağıtlara bakarken zaten itiraf etmek zorunda kaldı: “Ben hafız değilim, ben cahilim, ben aklımda tutamam”

Daha iki hadisi bile aklında tutamayan adam işte kalkıp binlerce hadisi ravilerinin hayatları ile bilen Hadis alimlerine ve müctehidlere laf atabiliyor, onları küçük görebiliyor…

Ayrıca önündeki bilgisayarın ekranından bir şey bulmuş gibi yönelmesi sanki devamlı yeni mesaj geliyormuş gibi bir izlenim oluşturdu. Canlı yayın olması nedeniyle internete bağlı olan bilgisayara birileri mesaj mı atıyordu? neden olmasın ki….

Bize kalsa bu adamla tartışmak gerçekten vakit israfıdır… İhsan Hocaefendi’den Allahu Teala razı olsun. Eline diline zihnine güç kuvvetler “ihsan” eylesin..

Rabiatul Adeviyye Camisi'nde yanmayan kur'an ayetlerinin meali çok manidar değil mi?

$
0
0

Emine Kaya

İLGİNÇ GERÇEKLER  -  Dün 10:56
Mısır guvenlik güçlerince yakılan Rabiatul Adeviyye Camisi'nde Kur'an-ı Kerim, tefsir ve Kitapları da kül Oldu. İşte Yanan Bir Kitaptan Geriye Bakın hangi Sûrenin oldugu Sayfa Kaldı.
Feth Suresi o da Gösteriler Boyunca Fetih Suresi Okunmuş Olması .. BURADA ne düşünülmesi gerekir sizce .. Hayırlı cumalar ..

Rabb'm biz kuluz aciziz.. Şanına yakışan affetmektir ne olur cümlemizi affet!!!...

Rabiatul Adeviyye Camisi'nde yanmayan kur'an ayetlerinin meali çok manidar değil mi?
Fetih suresi 3.ayeti kerime meali: Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.

4. ayet-i kerime meali:İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.

Fetih 5. ayet-i kerime ise:İnanan erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar, onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur.

Peygamberimin izinden..

Osmanlı'da 6 ay kasap 6 ay bahçıvan

$
0
0


Timur Osmanoğlu
SAHIBITartışma - 17 Ağu 2013


Osmanlı'da kasaplık sürekli hayvan kesme ve et parçalama üzerine olduğu için merhametleri azalabilir diye devlet, altı ayda bir kasapları izne çıkarır ve onların bahçıvanlıkla meşgul olmasını sağlar, böylece kaybettiği insani duyguları yeniden kazanırlar.

Ne güzel düşünülmüş...

Sultan II. Abdülhamid’e darbe yapan Jön Türk ve Ittihatçılar kime hizmet ettiler?,ll.Abdulhamid'in Siyonistler ve Masonlarla Mücadelesi..

$
0
0



hilmi kemal
MODERATÖRTartışma - 14 Ağu 2013


Sultan II. Abdülhamid’e darbe yapan Jön Türk ve Ittihatçılar kime hizmet ettiler?

Bu bilgiler tamamen yabancı kaynaklardan elde edilmiştir.

Bu konuda Webster’in kitabında şunlar yazmaktadır:

“Jön Türk hareketi, Italyan Meşriki azamının direktifi altındaki Selanik Mason locaları tarafından başlatılmıştır ve aynı makam daha sonra M. Kemal’in başarıya ulaşmasında da yardımcı olmuştur. Dahası, Mason sisteminin beşiği olan Ortadoğuya yaklaşıldıkça yalnız Yahudiler’in değil, locaları yöneten diğer Sami ırkların etkisinin de arttığını görmekteyiz.”[1]

Friedrich Wichtl ise, 1900 yıllarında Fransız Maşriki azamının Abdülhamid’in devrilmesi gerektiğine karar verip, gelişmekte olan Jön Türk hareketini bu yöne çevirdiğini yazmaktadır.[2]

Bir başka yazar, “kesin olarak söyleyebiliriz ki, Türk Ihtilali, hemen hemen tümüyle bir Mason-Musevi komplosudur.” der.[3]

R. W. Seton – Watson gibi Ortadoğu konusunda çok önemli bir otorite bu konuda şunları kaydetmektedir:

“Hareketin asıl beyinleri Yahudi ya da Yahudi-müslümanlardı (Sabetayistler.)” Selanik’in zengin dönmelerinden ve Yahudileri’nden, Viyana, Budapeşte, Berlin (ve giderek belki de Paris ve Londra’nın) uluslararası kapitalistlerinden mali yardım görmekteydiler.”[4]

Macedonia Risorta’nın Üstad-ı Azamı olan ve Jön Türkler’e Mason localarında toplanmasını öneren Emmanuel Karasu Efendi, daha sonra Ittihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden biri olmuş, 1909′da Sultan Ikinci Abdülhamid’e tahttan indirildiğini bildirmeye giden heyete katılmış ve mebusluk yapmıştı. Meclis’te, diğer Yahudi mebuslar gibi her şeyden önce Türk olarak davranmaya dikkat etmişti. Türk Yahudilerin geleneksel tutumuydu bu ve anlaşılan Karasu Efendi de o sıralardaki birçok Türk gibi cepleri doldurmayı ihmal etmemişti.[5]

Başka bir kaynakta ise şu bilgiye rastlamaktayız:

“Gençler hareketi, bilhassa Makedonya’daki genç subaylar nezdinde gittikçe kuvvet buluyordu. Gizli teşkilatın başında bulunan Berlin askerî ateşesi Enver Bey ve kaymakam Niyazi Bey, 1876 yılında Midhat Paşa tarafından hazırlatılan Kanun-i Esasî’nin iadesini ilk hedef edinmişlerdir. Ittihad ve Terakki adlı cemi­yeti, başta Selanikli zenginler, bilhassa Dönmeler, para ile destekliyorlardı.”[6]

----- ----- ----- ----- -----
KAYNAKLAR:
----- ----- ----- ----- -----
[1] Nesta H. Webster, Secret Societies and Subversive Movements (Gizli Cemiyetler ve Yeraltı Faaliyetleri), Londra, Boswell 1928, sayfa 284.

[2] Friedrich Wichtl, Weltfreimaurerei, Weltrevolution, Weltrepublik, Eine Untersuchung über Ursprung und Endziele des Weltkrieges, (Dünya Masonluğu: Dünya Ihtilali: Dünya Cumhuriyeti: Dünya savaşının kaynağı ve hedefleri üzerine bir araştırma) 2. baskı, J.F. Lehmanns Verlag, Münih 1920 sayfa 105.

[3] The Cause of World Unrest, With an Introduction by the Editor of “The Morning Post”, Londra 1920, sayfa 143. Bu anonim kitap Morning Post gazetesinde yayınlanan bazı makalelerle Nesta Webster’in bazı yazılarını bir araya getiren bir derlemedir. Wichtl’den alınan hayli makale vardır.

[4] R. W. Seton-Watson, The Rise of Nationality in The Balkans, (Balkanlarda Milliyetçilik akımının uyanışı) Londra 1917, Constable, sayfa 134, 135.

[5] Henry Wickham Steed, Through Thirty Years 1892 – 1922, Garden City, N. Y. 1925, cild 1, sayfa 375, 376.

[6] Lazslo Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971, sayfa 252.

İsra 110.ayet-i kerime sebebi nuzul kısaca

$
0
0


2- İbnu Abbas'tan (r.a.) İbnu Merduyeh ve başkası anlattı:

“Rasûlullah, Mekke'de bir gün dua etti. Duasında:

“Ya Allah, Ya Rahman” buyurdu. Müşrikler:

“Şu Sâbiîye bakın. Bizi iki ilâh'a duadan men ediyor, kendisi iki ilâh'a dua ediyor.” dediler. Allahü Teâlâ, İsra: 17/110 âyetini indirdi.”[1]

قُلِ ادْعُوا اللَّهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمَٰنَ ۖ أَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَىٰ ۚ وَلَا
تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَٰلِكَ سَبِيلً

De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.


[1] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/428. Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl, 1,239. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/580.

İsra 110 ayeti kerimenin sebebi nuzul

$
0
0

3- Meymun b. Mihran da şunu rivayet etmiştir:

"Rasulullah (s.a.v.) kendisine vahyolunan sûrelerin başına “Bismikallahumme: Allah’ım senin isminle” diye yazdırıyordu. Nihayet şu: “Muhakkak ki O, Süleyman’dandır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyladır.” (Neml: 27/31) nazil olunca bundan sonra “Bismillahi’r-rahmani’r-rahiim” diye yazdırdı. Bunun üzerine Arab müşrikleri:

"Şu "Rahim" kelimesini biliyoruz. Ya bu "Rahman" kelimesi nereden çıktı?" dediler. Allah Teala da bu âyeti indirdi."[1]


قُلِ ادْعُوا اللَّهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمَٰنَ ۖ أَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَىٰ ۚ وَلَا
تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَٰلِكَ سَبِيلً


De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.


[1] Mürsel hadistir. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 246. Vahidî, age. s. 207. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/580. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/170.

Muhammed El Biltaci'nin şehit kızı Esma'ya mektubu..Ve Taif Duasıyla Sen'den istiyoruz Allah'ım

$
0
0


Esma'ya babasından son mektup, ağlayarak okudum.. Allah sabır versin çok zor...
İŞTE O MEKTUP
"Sevgili kızım ve değerli öğretmenim...
Sana elveda demiyorum bilakis yarın görüşmek üzere. Başı dik tuğyana isyan ederek yaşadın. Tüm engelleri reddederek hürriyete sınırsızca aşık oldun. Bu ümmet, uygarlıkta hak ettiği yeri alabilsin diye onu yeniden diriltmek ve inşa etmek için sessizce yeni ufuklar arıyordun. Akranlarının uğraştığı işlerle meşgul olmadın. Her zaman derslerinde birinci olmana rağmen öğrenmeye olan açlığın dinmedi.
Bu kısa hayatta sohbetine doyamadım. Vaktim, mutlu olacak ve eğlenecek kadar geniş değildi. Rabiatul Adeviyye'de son kez bir araya geldiğimizde, "Sen bizimle olduğunda bile bizden ayrısın" diyerek bana olan sitemini dile getirmiştin. Ben de sana, "Bu hayat birbirimize doyacak kadar geniş değil. Birbirimize doyalım diye Allah'tan cennetinde bize bu sohbeti vermesini temenni ediyorum" demiştim.
RÜYAMDA GELİNLİKLER İÇİNDE GÖRDÜM
Sen şehit olmadan iki gün önce seni rüyamda gelinlikler içinde gördüm. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bir güzellikteydin. Yanıma sessizce oturduğunda sana, "Bu gece senin düğün gecen mi" diye sordum. Sen de "Düğünüm akşam vakitlerinde değil öğlen olacak" demiştin. Çarşamba günü, öğlen vakti şehit olduğun haberi bana ulaştığında, senin rüyamda bana ne demek istediğini anlamış oldum. Allah'tan seni şehit olarak kabul etmesini niyaz ettim. Ve şehadetin, bizim haklı olduğumuzu ve düşmanımızın da batılın ta kendisi olduğu inancımızı pekiştirdi.
Son vedanda yanında olamamam, son bir kez seni görememem, alnına son bir öpücük konduramamam ve senin cenaze namazını kıldırma şerefine nail olamamam beni derinden üzdü. Beni bunları yapmaktan alıkoyan, ölümden veya karanlık hücerelerden korku değil, uğruna canını verdiğin davayı (devrimin hedeflerine ulaşması) sürdürebilmekti.
ZALİMLERE KARŞI BAŞIN DİK
Zalimlere karşı başın dik (göğsünü gere gere) direnirken gaddar kurşunlar göğsüne saplandı ve ruhun yüceldi. Ne kadar güzel bir azmin ve terbiye edilmiş bir nefsin vardı. İnanıyorum ki, sen Allah'a verdiğin söze sadakat gösterdin, Allah da sana verdiği söze... Öyle ki, şehadet şerefini bize değil de sana bahşetti.
ELVEDA DEMİYORUM
Son olarak, sevgili kızım ve değerli öğretmenim...
Sana elveda demiyorum bilakis görüşmek üzere.. Buluşmamız, yakında peygamber ve ashabıyla birlikte Havz-ı Kevser'de olacak. Sonsuz kudret ve hükümranlık sahibi Allah'a yakın, O'nun nezdinde değerli ve şerefli bir konumda. Ayrılmamak üzere, birbirimize doyma temennilerimizin gerçekleşeceği bir buluşma..."




Başbakan Erdoğan canlı yayında gözyaşlarına boğuldu samanyoluhaber.com
Rabb'im bir an önce savaşlar bitsin ne olur ümmeti Muhammed helak oldu bir kurtuluş nasip eyle hayırlısıyla..

Allah Razı olsun Esma ve Onun gibi imanıyla zirveleşenlerden.. mekanları sekiz cennet olsun..

Rabb'im bizlere de böyle ağır imtihanlar verme.. Ne olur merhametine şu an çok ihtiyacımız var.. Taif'te sevgili peygamberimizin yaptığı duayı bugünkü sıkıntımıza göre dua ediyorum kabul eyle..

Allah’ım !Kuvvetimizin tükendiğimizi Sana arz ediyoruz.
Gücümüzün azaldığını,
İnsanların gözünde küçük düştüğümüzü Sana şikayet ediyoruz.

Ey Merhametlilerin En Merhametlisi !
Sensin ezilmişlerin Rabbi !
Sensin bizim Rabbimiz !
Bizi kimlerin eline bıraktın?
Bize gaddarlık yapan yabancıların eline mi?
Yoksa, davamızı ipotek edecek bir düşmana mı?
Eğer Sen bize gücenmedinse,
kesinlikle bunlara aldırmıyoruz.
Lakin iyiliğin bizi rahatlatacaktır.
Senin nuruna sığınırız;
karanlıkları aydınlatan nuruna,
dünya ve ahiretimizi kurtaracak nuruna…

Gelecek gazabın, bize ulaşacak öfkenden
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyoruz.
Sana sığındık, yeter ki razı ol.
Güç ve kuvvet Sendendir,
yalnız Senden.


Allah'ım bu duayı sevgili peygamberim (sav) gibi ümmetin kalbiyle ve dualarıyla istiyoruz ne olur bizleri boş çevirme kabul et Ya Rabbi!
Viewing all 1280 articles
Browse latest View live